THY Havana ve Caracas seferleri başlıyor
Türk Hava Yolları, Küba’nın başkenti Havana ile Venezuela’nın başkenti Caracas’a 20 Aralık’ta sefer başlatacak. / THY Havana ve Caracas seferleri başlıyor
Türk Hava Yolları (THY) Basın Müşavirliğinden yapılan açıklamaya göre, Amerika Kıtası’nda Buenos Aires, Sao Paulo, Bogota, Panama, Toronto, Montreal, Chicago, Houston, Los Angeles, New York, Washington, Boston, San Francisco, Miami ve Atlanta’nın ardından uçuş sağlanan 16. ve 17. noktalar olan Havana ve Karakas’a uçuşlar, 20 Aralık’tan itibaren salı, perşembe ve pazar günleri olmak üzere haftada 3 gün karşılıklı icra edilecek.
İstanbul’dan Havana ve Karakas’a tüm vergiler dahil gidiş-dönüş 699 dolardan başlayan ücretlerle seyahat edilebilecek.
Turizm sezonunun tüm yıla yayıldığı Küba, her yıl 2 milyondan fazla turist ağırlıyor. Son dönemde turist sayısında görülen artış ise ABD ile yakınlaşma süreciyle bağlantılı olarak “Küba’yı değişmeden görmek isteyenlerin getirdiği canlılık” olarak yorumlanıyor.
Küba’nın başkenti Havana, sokaklarından yükselen latin ezgileri, mimarisi, eğlenceli ve sıcak kanlı insanlarıyla karşılıyor turistleri.
Havana sokakları, faytonlar ve bisikletli taksilerle dolu ama turistlerin ilgisini, en çok göz alıcı renkleriyle klasik otomobiller çekiyor. Kente gelenler, eski Amerikan arabalarında yaptıkları şehir turlarıyla yaşama tanıklık ediyor.
En avantajlı fiyatlarla Türk Hava Yolları ile Havana Turu sizi bekliyor.
Milliyet gazetesinden Ayşe Sazak Küba seyahati izlenimlerini yazdı. Sazak’ın Küba izlenimleri şöyle;
Gençliğimizin “Devrim Adası” Küba,
Fidel Castro’nun, Che Guevara’nın ülkesi Küba,
Soğuk Savaş’ın “kıyamet adası”, ABD ile Sovyetler’in Üçüncü Dünya Savaşı’nı ateşleyecekleri füze krizinin adresi Küba,
Salsanın, romun, tütünün, puronun, mohitonun, pina colada’nın, 1950’lerin Amerikan arabalarının ülkesi Küba,
Beyaz kumların, turkuaz kıyıların ülkesi Küba,
Dantel gibi işlenmiş mimari ürünü, saray yavrusu düşsel yapıların ülkesi Küba,
Sosyalist rejimin yarım asırdır hüküm sürdüğü “Castro’nun Kübası”
Havaalanından çocuk koşuşturmaları arasında, havasızlığa tahammülün son sınırında, soyum soyum soyunarak bekleyip bavullarınızı kapıp çıktıktan sonra, yol yorgunu yüzünüzü, sıcak, yapışkan, buğulu havasıyla karşılayan başkent Havana…
Gecenin karanlığına alışan gözlerinizle seçtiğiniz geniş yollar, yağmur suyu birikintilerinin içinden atlaya hoplaya ulaştığınız eski arabalar, yol kenarlarındaki eğitim ve sağlık kurumları olduğunu öğrendiğiniz Sovyetik blok yapılarıyla Havana…
Havana, gezimizin planı gereği şimdilik bir geçiş güzergahı çünkü önce konaklanacak yer; kıyı yerleşimi, turistik merkez Varadero. Dev tatil köyleriyle ün yapmış, beyaz kumsalları, turkuaz kıyı şeridi ve uzun gövdeli palmiyeleri, yeşil bitki örtüsü
ve ilikleri eriten sıcağıyla tüm turistlerin gözdesi…
Efsane lider Che Guevera her Kübalının yüreğinde yaşıyor
Küba’da Türklerin Fidel Castro’dan sonra tanıdığı ikinci bir Fidel daha var; rehberimiz Fidel Tapanes. 1980’lerde Ankara’da görev yapmış eski Küba büyükelçisinin oğlu, mükemmel Türkçe’siyle
gezimize eşlik ediyor.
Varadero’dan sonra Trinidad’a yolu düşenler, Küba’nın efsanevi bağımsızlık eylemcisi Che Guevara’nın Santa Clara’daki anıt müzesine uğramadan edemiyor. Biz de geleneği bozmuyoruz. Küba’nın eli kanlı diktatörü Batista yönetimine karşı verilen savaşta Fidel Castro’nun silah arkadaşı olan tıp doktoru, yakışıklı gerilla Che Guevara, kendi ülkesindeki savaştan sonra Bolivya’nın bağımsızlık savaşında öldürüldüğü için efsane lider niteliğiyle her Küba’lının yüreğinde yaşıyor.
Trinidad da Havana gibi birbirinden güzel kolonyal binalarla süslü. Devrim öncesi zenginlerin malikanesi olan bu güzelim binalar, devrimden sonra halkın oturumuna açılmış. Bakımsız ve fakat özgün bu yapıların ortasından geçen yolların paket taşları, ana karadan gelen gemilerin yüküymüş. Tekneler taşları boşalttıktan sonra, Trinidad’tan ağaç götürürlermiş ülkelerine dönerken. Tarihin ve serüvenin bezediği paket taşlı varyant yolların üzerinde seke seke yürürken, günceli yakalamak
hiç zor değil. Akşamüstü oldu mu, evlerinin taş zeminlerini köpüklü suyla yıkayan Trinidad’lılar salıveriyorlar temizlik sularını yola. Kas yapmış bedenleriyle, eğlenceyi köklemiş güleryüzlü, genç sürücüler, coşkuyla çağırıyorlar müşterilerini bisikletten bozma tenteli faytonlarına. “Hayır!” demenin neredeyse imkansız olduğu bu durumda, bir lunapark esrikliğiyle başlıyorsunuz gezinmeye. Avaz avaz müziğe eşlik etmek de, yokuş aşağı inerken içinizin boşalmasıyla çığlık atmak da, Trinidad sokaklarının hoş sedalarından…
Dantel gibi süslü, rengarenk yapıların, fıskiyeli mermer havuzlu ve bol tropik bitkili serin, loş avlularına, şehrin anıtlarıyla süslü devasa meydanına, meydana açılan sarmaşıklı kafe-barlarına veda edip yönünüzü Havana’ya çevirmenin coşkusuyla sıcak ve nemi yanınıza alıyorsunuz. Tenteli tezgahlarda, yine sizce “meçhul”, onlarca “makbul” meyveleri tatmadan edemiyorsunuz. Fidel Castro’nun zihnini ve beynini iyi tutmak için her sabah yediği, bol çekirdekli ama kremamsı lezzeti ile muhteşem kaktüs meyvesiyle damağınızı şenlendiriyorsunuz.
“Bekle beni geliyorum Havanaaaa!” diye seslendiğiniz kent kucak açıyor okyanus sahiliyle, insan elinin ve aklının yarattığı incelikli mimari harikası eski binalarıyla, musikisiyle, sokak ressamlarıyla ve gizlisi saklısı olmayan günlük ev yaşamıyla… Neredeyse şehirlerarası otoyol genişliğindeki, bir tarafı okyanus anayolda, bir meydanda soluklanıp pina colada’nızı, mohito’nuzu ya da rom’unuzu içip terinizi soğuttuktan sonra daldığınız daracık, paket taşlı, iç sokaklar sizi bir anda Havana’lı yapıveriyor.
Arkanızı döndüğünüzde bir anda sizin için kurulan kumpanya, gözünüzün içine baka baka Küba’nın en iç gıcıklayıcı, hücrelerinizi en titreştirici, devrimci anılarınızı en canlandırıcı şarkılarını çalıp söylüyor. Dilinizde Guantanamera, taşlı yoldan ilerlerken gazete büfesi büyüklüğünde bir tezgahta satılan etlere bakakalıyorsunuz. “Sinyorita, sinyorita!” ünlemesiyle hafiften kalkışan içinize dur deyip saçlarını kırmızı güllerle süslemiş, bol makyaj ve kalın purolarıyla canlı Küba hatırası panosu oluşturan iki yaşlı kadının arasında fotoğraf çektirip pezo’larınızı azaltmak işten bile olmuyor.
Gezginler için her ülkenin, her kentin meydanları anı dağarcıklarının olmazsa olmazıdır. İlk varış, buluşmalar, ayrılıklar, hayaller ve gerçekler, yaşanmışlıklar o genişlikte ete kemiğe bürünür. Havana’nın Katedral Meydanı da Küba’yı görmeye gelenlerin kalbinin çarptığı yerlerdendir. Devrim öncesi dönemlerin dinsel mekanını oluşturan Katedral de, bol balkonları ve görkemli avludan sokağa açılan kapılarıyla zengin konakları da izleyenlerin düşlerinden akan bir yaşamı gerçek yapmaktadır neredeyse. Atlı arabalarla dışarı çıkan varlıklı aileyi abartılı giysileriyle izlemek ne kadar sahiciye yakınsa, devrim sonrası aynı mekanların balkonlarından yapılan politik vaazlar ve vaatler de o kadar ete kemiğe bürünür Katedral Meydanı konuklarının belleklerinde.
Hayaller, müziğe ve salsa, samba, rumba coşkusuyla gerçeğe dönüşmekle kalmaz, başınızı gökyüzüne kaldırdığınızda uçuşan ruhunuz da, gönlünüz de kubbelerin işlemelerinden size göz kırpar, el sallar, hatta nanik yapar.
Devrimden sonra tüm Kübalıların barınmasına açılan güzelim yapılar, inşa edildikleri dönemin tazeliğiyle ayakta durmaktadırlar ama hiç onarım görmediklerinden üzerlerine yapıştırılmış gibi duran eskiliklerin eşliğinde balkonlardan sallandırılan yıkanmış çamaşırlar tam bir sınav konusudur izleyen belleklere. Mimari şaheserlikteki tarihi binaların bol çamaşırlı balkonlarının gölgesinde, mimar ataların torunları da hemencecik oracıkta, göz kamaştıran canlı renkleri cömertçe kullanarak hayli çekici yağlıboya tablolar yapıp satıyorlar. Yapıtlarını ülkelerinden çıkarmak üzere aldığınızda, iki ya da üç pezo karşılığında mühür ve belgeyi elinize tutuşturuyorlar, yasalar gereği.
Yasalar demişken, devlet her şeyde ve her yerde Küba’da. Her Kübalı doğduğu andan itibaren devletin güvencesi altında. Eğitim, sağlık ücretsiz.
Tıp eğitimi dünyada çok ünlü. Bunun yanı sıra mağazalarda çalışan satış görevlileri, devlet memuru oldukları için ağır ağır hizmet vermeyi uygun görüp kuyruk oluşturmayı çok seviyorlar Allah’ın Küba sıcağında.
Otostop her Küba’da yaşayanın başvurduğu güvenli ulaşım yöntemi. Çünkü bütün arabalar devletin. Yol kenarında durup el kaldırmanız yeterli. Sürücünün yolcuyu almamasının ise ceza gerektiren suç olduğunu algılamak biraz zor gelse de “çözüm” olması hoş.
Müziğin ekmek kadar, su kadar önemli olduğu diyar: Havana
Havana kadar ünlü, Havana’da yaşayıp “Yaşlı Adam ve Deniz”i burada yazan Ernest Hemingway. İspanya iç savaşını yazdığı “Çanlar Kimin İçin Çalıyor?”un ününden sonra, neden Havana’yı mesken edinmiş bilinmez ama ünlü Amerikalı yazarın adım attığı her yerin adıyla ün kazandığı bir gerçek.
Neredeyse girdiğiniz her kapının önünde biten müzik gruplarının şahane ezgileriyle kulaklarımız Küba müziğiyle doluyken “Bir Havana akşamında konsere gitme” fikri, o diyarda müziğin ekmek kadar, su kadar önemli olduğunu, bizzat “deneyimlemek” biz ölümlülerce çok önemliydi doğrusu. Yaş ortalaması 80’i rahatlıkla bulmuş Latin adamlardan oluşan, yakın geçmişte Türkiye’de de konser vermişliği bulunan ünlü Buena Vista Social Club’ın zamana yenilmemiş çılgınca genç sesi ve dansı, yaşamın sonsuzluğuna bir göndermeydi, kimilerimizin geçici sağırlığına neden olsalar da…
Birbirinden göz alıcı renklerle, parlak nikelajlarıyla, görkemli eski Amerikan arabalarının doldurduğu otoparktaki yeni model, gıcır Mercedes’ler ve şeker pembesi, üstü açık 1954 Playmouth’la dolaşmanın keyfine doyamadığınız ünlü beşinci caddenin Beverly Hills’i aratmayan çarpıcılığı içinde yer alan bildik marka giyim kuşam mağazaları devrimin gelinen son aşamasının simgesi gibi görüntüler. Devrim ruhu, suretinin asla orada burada yer almasını istemeyen Castro gibi can çekişmekte.
Yine de insanoğlunun açgözlülüğüne yenilmemiş güzellikleri ve saflıkları, sahicilikleri bunca bizlere sunan bu ruha şükranlarımızla adım atıyoruz kıyasıya yarışların olduğu, acımasız çelmelerin takıldığı, aramızda hastalanıp kusanlara bir bardak çayı, bir güleryüzü çok gören Fransız uçak şirketi kölelerinin de üyesi olduğu yaşadığımız düzene…