Seçil Sökmen Ofis Cini köşesi ile National Türk ‘te
Uzun zamandır Medya Oluşum Grubuna ait Beşiktaş Postası’nda ağırlıklı olarak sanat makalesi yazan yazarımız Sn. Seçil Sökmen artık gazetemiz National Türk’te…
Seçil Sökmen Ofis Yönetimi ve kurum içi iletişim konularındaki deneyimlerini paylaşmak üzere Ofis Cini köşesinde bizlerle birlikte olacak.
Seçil Sökmen’in Beşiktaş Postası ‘nda yayınlanan yazılarından bazı bölümler;
“Tutsana Ellerimi….” adlı yazısından;
Elinde bir paket bisküvi ve bankın üzerinde beklettiği bir paket sütü içiyordu. Üzerinde ince bir manto vardı, üşüdüğü o kadar belliydi ki, üşümeye alıştığı da… Saçları gençliğin verdiği tazelikle canlıydı. Elleri manikürlü değildi, sevdiğim kadın elleri, manikürsüz ve bakımlı.. Oldum olası sevemedim manikürlü elleri. Yaşanmışlıkları örttüğünü düşünürüm… Öne doğru kaykılmış vaziyette oturuyordu bankta, birşeyler düşünüyordu. Bez bir çantası vardı yanında, o da eskiydi…
Üşüme konusunda hayatla onun kadar tanışıklığı olmayan ben, usuldan yanına oturdum. Çocukluğumun Ankara’sını, Ankara’nın kuru ve baş edilemez soğuğundaki sıcağı düşündüm, değerli geldi birden. Hiçbir zaman o kadar eski paltom olmadığını da düşündüm. Yünlü külotlu çoraplarımı… Burnu eskiyen çoraplarımı diktiğim günler…
“C’est Pas Moi, Je Le Jure (Vallahi Ben Değilim)…” isimli yazısından;
Lea da tıpkı Léon gibi. Babası terk edip gitmiş, kimsesi yok arkadaş namına. O, annesi gittiği sırada Léon için bir dayanak olurken Léon da onun için tutunabileceği bir dal oluyor belki de. Birlikte karar verip plan yapıyorlar: komşularının evlerine girip para çalacaklar ve Lea’nın seyahat acentasında çalışan abisi sayesinde kaçıp Léon’un annesini bulmaya Yunanistan’a gideceklerdir. Ancak ne yazık ki 68 yazı bitip yapraklar solmaya başladığında onların da ilişkisi sarı yapraklar gibi yerlere saçılıyor.
Annesinin gidişine bir de kalp ağrısı eklenince insan ister istemez onca esprili dakikanın ardından sanki kendi çocukluğuna ait bir naiflik, farklı bir hüzün yakalıyor Léon’da. Bir çocukta bu denli karakter gelişimi ve derinliği yakalamayı başarabilmek.
“Ecnebi Meyhanesi” adlı yazısından;
İçmişim armut rakısını
Geçmişim Turnel köprüsünü
Varmışım Hıfzı’nın evine
Satmışım şeyin anasını
Dol kara bakır dol…”
Paris’te rakı bulamadığı zamanlarda armut romu içtiği akşamlarını böyle anlatmış Bedri Rahmi. Ne Bedri Rahmi’yi düşündü o akşam ne de Yahya Kemal’i.
Selim’le buluştular, ecnebi meyhanesinde beraber içecekler, beraber susacaklardı.
Konuşmamışlardı ama söze dökülmeyen bir anlaşma yapılmıştı, böyle olacaktı. Adam hayatı bir limanın gözlerinden seyredecekti. Seyirci olacaktı, zaten ne bir repliği vardı ne de bir senaryosu vardı akşama dair. Susmak istediğinde bir dost alırdı yanına, öyle yaptı. Beraber susma konusunda kıdemli arkadaşıyla yanyana oturdu bu kez. Gözlerini denize çevirdi, Selim de aynıydı. Konuşmak isteseler çok şey bulunurdu, lakin dostların sarfettikleri cümleler çoğu zaman tekrardan ibaretti, bunu bilip sustular.