Sanat eleştirmeni ve tarihçisi Özkan Eroğlu ‘nun bu haftaki “ Sanat piyasasında amaç belli..! ” adlı makalesini sizlerle paylaşıyoruz.
1993’den, 2002’deki aykırı, ezber bozan kitabım “Kim Sanatçı?”nın yayımlanmasına dek ülkemizdeki plastik sanatlar ortamında aralıksız eleştiri yazıları kaleme aldım. O zaman içinde Sanat Çevresi, Genç Sanat, Türkiye’de Sanat, Evrensel Gazetesi, Günlük Emek Gazetesi gibi yayın organlarında sürekli yazdım. Yazılarımda ülkemizdeki sanat düzenini eleştirdim, yapılan yanlışlara işaret etmeye gayret ettim, önerilerimi de elimden geldiğince sundum.
Filozofiyle olan içli dışlılığımdan ötürü, sığ olan hiç bir şeyi kaldıramaz hale gelmiş durumda oldum hep. Bu bağlamda sanat fuarlarından galerilere, yayınlardan yazarlara uzanan bir yelpazede yaptığım eleştirilerim hep takip edilip okundu. Özellikle yukarıda andığım radikal kitabımsa, çoğu insanın başvuru kaynağı haline geldi ve vazgeçilmezler arasına girerek sanat tarihindeki yerini aldı.
Eleştirilerim, kendi çıkarlarına göre bir sanat borsası oluşturmak isteyenlerin hemen her türlüsünü, verdiği tepkilerden ötürü tabiidir ki rahatsız etti. Oysa ortada rahatsız olacak bir şey varsa o da söz konusu çıkarcıların yaptıkları yanlışlardı, sanat ortamını sınıflara bölmekti ve olaylara tepeden bakmaktı.
Bir eleştirmen olarak sürekli işimi yapmaya çalıştım (Eleştiri yazısını okur kendinize göre oradan bir ders alır veya almazsınız. Eleştiriye muhataplık bununla sınırlıdır; kızmaya, küsmeye gerek olmamalıdır). Eleştirilerime 2002’den bulunduğumuz zamana değin de adıma kurulan site (site editörü Erdal Avşar’a da teşekkürlerimi sunmalıyım) başta olmak üzere Sanatsanat, Güncel, Eleştiri, Akademi Art, Sanatartkunst gibi kuruluşunda da bulunduğum yayınlarda devam ettim. Kitaplarım tüm hızıyla yayımlandı. Bilindiği üzere de dört haftadan beri ve her hafta Cuma günleri, bir aksilik olmadığı sürece eleştirilerim National Turk’de olacak.
Öncelikle son on yıldır Türkiye’de yapay burjuvanın direktifleriyle şekillenen bir sanat anlayışı, organizasyonu ve dolayısıyla borsasının hakim olmaya başladığını belirtmeliyim. Yıllarca çağdaş sanat müzesi kurmak isteyenlere tanınmayan hak, ne gariptir ki AKP ile bir gecede Eczacıbaşı Ailesi’ne verildi. Bu bir anlamda sözün bittiği yer oldu. Hem de İstanbul’un en seçkin köşelerinden; Karaköy Antrepolarından birinde kurduruldu söz konusu büyük galeri (müze değil!). Tabii içi, dışı ve ismiyle Londra’daki Tate Modern’in taklidi olan bu büyük galerinin koleksiyonu oldukça eksik ve aceleyle şekillendirildi. Şimdilerde de bunca yıl geçmesine rağmen güdük bir konumda kalmaya devam ediyor. Bu konuda “Aceleci ve Hükümet Destekli Müze” başlıklı bir yazı (1) kaleme almıştım o tarihlerde; bu yazı oldukça büyük önem taşır.
Müze kurulmasına karşı değilim elbette, fakat zamanında ve doğru bir koleksiyonla olmalı tabii ki (İstanbul gibi bir şehre, sadece Türk sanatı kapsamında değil, dünya sanatı kapsamı da devreye alınarak bir müze kurulmalıydı). Bu işler politik olmaz, hele eleştirisiz hiç olmaz. Bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde bu kurumların çok sağlam temeller üzerine inşa edilmesi zorunludur. Maalesef adı bile net şekilde yürütülmüş “İstanbul Modern” isimli bu sanat galerisi her haliyle iyi bir örnek teşkil etmedi, bence etmemeye de devam ediyor. Kimi sanatçılar buraya resim bağışlamak için kuyruğa girdiler; bu da etik değildi tabi, çünkü dünyada bir sanatçının değil, koleksiyoncuların bu bağışı yapması doğru bir davranış biçimi olarak kabul edilir. Sanatçılar, sanat eğitimi kurumları, basın, galeriler, fuar yönetimleri vb., AKP’ye bağlı Eczacıbaşılar’ın bu galerisinin etrafında birer yağdanlığa döndüler. Hepimizin bildiği gibi AKP büyük bir kapitalist oluşumdur, yani sadece paradan güç almaktadır. Durum böyle olunca fuarlara katılım fiyatları korkunç şişirildi, bir yapay elitist hava yaratıldı; tabi bu durum, kocaman bir balondu. Balon şiştikçe şişirildi; hiç merak edilmesin AKP Hükümeti olduğu sürece de şişirilmeye devam edecek. Zaten balon patladığında AKP de patlayacaktır.
Resim ve heykel sanatımızın dışında güncel olan “alternatif sanat” (video, enstalasyon, kavramsal sanat vb.), kaynağı anlaşılan ve anlaşılmayan kapital güçlerle pompalanıp duruldu. Küratör olarak lanse edilen insanlar, var olan sanatın yaratıcı doğasına müdahele etti, onun içinin boşalmasına yardımcı oldu. Şimdi bugünlerde de “Art Club” diye bir oluşuma yönelmiş Contemporary Istanbul. Bu kulüpte sanatçı ve koleksiyoncular bir araya gelecek ve kendilerine uygun (?) bir sanat borsasının oluşması için ellerinden geleni yapacaklarmış; basında çıkan haberden öğreniyoruz bunu. Oluşuma üye olmak için bir jüri, diğer üyeleri seçecek, hatta bu seçimde iki sağlam üyenin de referanslarını önemseyecekmiş. Tabi gülmeden edemedim. Çünkü bir eleştiri ya da eleştirmen sözcüğü bile geçmeyen projenin içinde, tamamen kapalı kapılar ardında bir al-sat mantığı; yani her şey para şeklinde bir değerlendirme söz konusu. İşte tehlikeli olan, bu noktada başlıyor “Sanat, yani yaratıcılık paraya endeksleniyor Bu çok çirkin ve etik dışı tabii ki. O zaman şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: “Söz konusu endekslemeye biyat edenler sanat, etmeyenler de yaratıcı sanat peşinden gidenler olacaktır”. Kimse bu olan bitene ses çıkarmıyor, çıkaramıyor, yani tam bir birbirini yontan yontana mantığı.
Yıllarca bu işi utanmadan sıkılmayan galericiler yaptı. Sanatçıdan acımasızca 1’e aldı, 10’a sattılar. Daha sonra “sana kitap yapacağım”, “işte bunu falan üstleneceğim” diyerek sanatçıyı sömürenler türedi. Üstelik bu kişilerden bazıları, borsalarını istedikleri gibi yönlendirmek üzere dergiler de çıkardılar, kendi istedikleri yazarlara istedikleri yazıları yazdırmak için. Bunu yıllarca böyle yaptılar; hem de oturmamış piyasayı oturtuyoruz diyerek yaptılar. Fakat gerçekten bir yere iyi oturttular ve oturdular..! Bu saydığım davranış biçimlerinin devri de üç beş yıldır bitti; tüccar gibi düşünenleri yedi ceddine yetecek parayı buldu. Fakat bu tiplerin devri kapandıktan hemen sonra, yurt içinden müzayedecilere, yurt dışındansa Türkiye’yi sömürmek isteyen büyük sanat kurumlarına, kişilere, Türkiye’deki çağdaş sanatı peşkeş çekmek isteyenlerin devri başladı; özellikle bu durum AKP Hükümeti ile çok hız kazandı.
Toplumu yöneten iktidar sahipleri ve yandaşları, az önce saydığım isimlerin az da olsa ayakta kalanlarını ve bir yabancı dil bilen yeni ve özellikle genç galericileri taşeron olarak kullanmaya devam ediyor. Tabii bu duruma itiraz etmeyen ve yekten kabullenen bir sanatçı tipi de yaratıldı bu arada. Eleştirme deseniz, ortada bile yok. Eleştirel, bilgili, akil adam mekanizması yok. Eğitimde sanat yok. Doğru ve popüler olmayan bilgi yok. İşte alın size sömürü ve sadece birilerinin cebini dolduran düzenin alt yapısının tasarımlanmış hali. Şimdi hal böyle olunca AKP’nin kapitalist emellerine uygun, biraz da Avrupa Birliği hikayesiyle insanların gözü boyanarak, aşırı ihtiraslı ve uzun yıllar sanat konusunda yoksulluk çekmiş insanım, geleceği belli olmayan bir diyara doğru sürükleniyor. Fakat bu olumsuz yuvarlanışa her alanda olduğu gibi ses bile çıkaramıyor. Üzüntü veren de budur.
Bu sürükleniş ve özenti yaratma meselesinin en büyük etmenlerinden biri de 9. ile dibe vuran İstanbul Bienalleri’dir. Ülkeye ilk sömürü mihrakları bienal ve onun destekçileri, yağcılarıyla birlikte girdi. Şimdi öyle bir düzen kuruldu ki hemen ünlü olmak isteyen genç kuşaklar ve ünlü olamadan ölmek istemeyen olgun kuşaklar, türlü tuzaklara düşürülüyor, düşürülmeye de devam edecek; çünkü ne yazık ki bunu kendileri istiyor. Bu tuzaklara düşenler içinde kimler yok ki; sanatçılar, öğretim üyeleri, yazarlar, köşe yazarları ve daha birçok kesimden birçok kişi. Bir konuda sonradan görme olmak böyle bir şey işte…
Belki de İstanbul bienallerinin en iyisi gibi görünen dördüncüsünün küratörü, burada elde ettiği görüntüsel, yapay olduğu sonradan anlaşılan başarısını, daha sonra Yapı Kredi Bankası’nın güncel sanat organizasyonlarını yapmak üzere gerçekleştirdiği bir sızmayla taçlandırdı: Rene Block. Aynı şekilde daha az kalitelisi de olsa beşinci bienalin küratörü Rosa Martinez de rahatlıkla İstanbul Modern Galerisi aracılığıyla sızmasını gerçekleştirdi; o galerinin yurtdışı bağlantılarında bir dönem oldukça etkin kılındı. Ben bu sızmalardaki alan razı, veren razı ve parasal boyutu geçiyor, asıl bir düşünceyi bir ülkeye enjekte etme yönünden bir tehlike görüyorum. Bu durum bir tür misyoner faaliyettir; acısı uzun yıllar sonra çıkacaktır. Doğru sanatı göstermek, gelişmekte olan ülkelerin toplumlarında müthiş değerli bir şeydir. Bu yabancı küratörler, kendileri gibi düşünen Ali Akay, Vasıf Kortun, Beral Madra ve benzeri isimleri de arkalarına alarak son on-on beşyılda istedikleri gibi atlarını oynattılar. Böylece her şeyde olduğu gibi sanatta da ülke birilerine uzun vadede teslim edilmiş oldu. Burada ismi geçenler birer sanat tarihçisi, filozof ya da eleştirmen falan değiller zaten, sırasıyla sosyolog, küratör ve arkeologtur temelde. Ayrıca bu isimlerle, herhangi bir panel ya da tartışmada doğru dürüst sanatı ve tarihini tartışamazsınız bile. İş hemen gevezeliğe dökülür, dekoratif tümcelerle falan süsleniverir. Ayrıca bu kişilerin sanat yapıtları üzerinden analoji yapma yeteneklerine dair elimizde en ufak bir belge bile bulunmamaktadır.
Önce nispeten daha acemi insanların sömürüsüyle zaten neredeyse çok zayıf olan plastik sanatlarımız, daha sonra akademik ünvanlı, kendini çok iyi pazarlayan ve etik tarafları zayıf kişilerce servis edilmeye devam edildi. Sonrasında da durum bir yemeği hazırlamaya benzetilirse bu yemek süsleme aşamasında ve az sonra şef garson, -belki de şef küratör ya da küratör/ler bile diyebiliriz buna- tarafından sofraya taşındı bile. İşte şimdi öyle bir zaman başlıyor ki süslü, fakat besin değeri oldukça düşük bu yemeği insanların yememesi için uyarılarılarımızı sıkça yapmamız gereken bir döneme doğru ilerliyoruz. O nedenle gerçekçi eleştiri bundan böyle büyük önem taşıyacak.
Not
(1) Özkan Eroğlu, “Aceleci ve Hükümet Destekli Müze”, ozkaneroglu.com, 26.02.2006. Bu yazı ilgili büyük galerinin açıldığı günlerde yayımlanmış, sitenin çökmesinden ötürü sonra 2006’da yeniden yayımlanmıştır.
Gene bir müze lafıdır, sanat gündemimize oturdu. Oturmanın ötesinde de kuruldu, açılıyor bile. Avrupa ve Kuzey Amerika’nın, onlarca yıla yayılan müze kurma politikaları, bizde birden bire, Avrupa Birliği davası nedeniyle yanlış stratejileri de önüne katarak açılıyor. Yanlış stratejiden kastettiğimse şu: “-bir ülkenin halkı nasıl kendi siyasal savaşımını doğru dürüst vermeden gelişmesi, dahası rüştünü ispat etmesi mümkün değilse-, bir ülke, sanatında eleştirel savaşımını vermeden müzesini kurmaya kalkarsa, çok büyük hata yapmış olur”. Burada eleştirel savaştan kastettiğimse, Türkiye’nin, plastik sanatlar alanında ki sanatçılarının önce doğru, tarafsız, bilimsel kıstaslara göre belirlenmesi gerektiğidir. Türkiye’de henüz bu yapılmadı. Yapılmadı diyorum, az biraz yapılanlara da önem verilmediğinden ve bunların üstünde durulmadığından, -hatta bunu yapanları dışlamak bazı insanların işine geldiği için,- maalesef bir sonuca varılamadı.
Müze kurulmadan önce, “Kim Sanatçı?” tespitleri yukarıda söylediğim kıstaslara göre yapılır, daha sonra belirlenen isimlerle, dünyaya çıkartmalarda bulunulur, bu tutarlı çıkartmalarla, dünya sanat otoriteleri doğru şekilde etki altına alınır, ikna edilir ve işte o zaman, çıkartma yaptığız isimlerle de bir müze kurulabilir.
Bir başka önemli konu da şudur: “Geçmişte dünyada, arkasına iktidarları alan müzelere dikkatle bakınız, onların yıkılmaları çok hızlı olmuştur”. Daha 19. yüzyılda yaşanmış Fransa, Almanya ve İngiltere örnekleri karşımızda dururken, AB (Avrupa Birliği) için müze düğmesine, -hem de gelip geçiciliği mutlak olan iktidarla birlikte- basmak ne derece doğrudur? Daha baştan, bu konunun başımıza öreceği çorapları,-toplumumuzda az sayıda da olsa- aklıselimlerin görebildiğine eminim. İşte zaman, bu aklıselimlerin seslerini çıkarma zamanıdır diye düşünüyorum ve böylece aklıselim harekete dahil olan her kim varsa, Türkiye’nin yarınlarının doğru yapılanmasına bir tuğla koymuş olacaktır. Çünkü yine yarınlarda, yapay destekten kaçmayan, müze kurucularını doğru yanlış politikalarına katan iktidar, “yapıt”, “isim” vb. konularda müze kurucularına dayatmalarda bulunur-işin suyunu çıkarırsa,- o zaman ne olacaktır? Bunlar, Türkiye gibi toplumlarda göz ardı edilmemesi gereken konulardır. Bir heyecan, bir mertebe kazanacağım diye, bu yanlışlara girmeye, özellikle Türkiye için, kimsenin hakkı yoktur.
Ortalama 20 yıl sonra, AB’ye girmek isteyen bir ulusun insanı, AB ülkelerinin en iyi bildiği konulardan biri olan plastik sanatlar üzerine, asla böyle aceleci davranışlar sergilememelidir. Kanımca bu, yıllardır, bizi bizden iyi tanıyan Avrupalıları kandırmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Şimdi, bugünlerde kurulan ve açılışı yapılacak devlet destekli müzeyi, ülkemizde resim veya benzeri şeyleri biriktirenlerin- koleksiyonörlerin-desteklediğini öğreniyoruz. Buraya kadar her şey tamam diyelim. Bu biriktiriciler, o birikimleri hangi kıriterlere göre yaptılar, biriktirdiklerinin hangisi, AB’ye üye herhangi bir ülkenin sanat ve müzecilik kriterlerine uyuyor? Ben bu sorular üzerinde düşünülmeden hareket edildiğine inananlardanım. Çünkü eleştirel sağ duyuya, sözü edilen koleksiyonörlerin bugüne kadar değer vermediklerini ve yok saydıklarını biliyorum. Böyle, yalınayak ortaya çıkılması, kesinlikle doğru değildir.
Batılının ve her sistematik toplum üyelerinin bir yaratılışı vardır: “Onlar, yüzünüze bu yanlışlarınızın pek azını söyleyeceklerdir, çünkü geçmişte kendilerinin yayınladıkları ve yaşadıklarını sizin görüp, değerlendirmenizi ve bunlardan gene sizin dersler çıkararak, neden doğruları bulamadığınızı düşünecek ve içten içe, kıs kıs güleceklerdir. Bugün müze kurmaya hevesli ve isimlerinin etrafta dolaşmasından müthiş bir Batı burjuvazisi zevki alan vatandaşlarım (iş adamı, koleksiyonör vb.), bu konuları hiç düşündü mü, düşündüyse bile, bu konulara ne kadar gerçekçi yaklaştı? Bütün bunlar birer tespittir. Gelecekte ne olacağını hep birlikte zaten göreceğiz.
Batı ile içli dışlı olmak, ayrıca onları çok iyi tanıdığınızı da göstermez. Onları tanımak için, “sistemli ve bilimsel bir duyarlığa sahip olmanız gerekir”. Sadece AB değil, dünyanın ileri ve gelişmiş toplumları, Türkiye’yi iyi etüt etmiş durumdalar; önce bundan kesinlikle emin olalım. Bir de bu etüdün, onlara kazandırdıklarını ve politikalarında kendi lehlerine nasıl da kullanacakları malzemeler elde ettiklerini düşünürsek, sanat gibi çok hassas bir konuda, daha da dikkatli olmamız gerektiği sonucu, kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Sözün özü, şu anda Türkiye’nin, plastik sanatlar alanında bir müze kurmaya yönelebileceği sanatçıları çok azdır, hatta bu azınlıkla, bugünlerde konu edilen bir müze kurmak hayalden başka bir şey değildir. Öncelikle buraya kadar anlatmaya çalıştığım gerçekleri, Türkiyelilerin görmesi gerekiyor. Biz bu aceleciliklerimizle ve sonucunda yarattığı trajikomik olaylarımızla zaten AB’ye kendimizi o kadar çok gösterdik ki, plastik sanatlar konusunda yapılan bu yanlış çıkışlar da sadece yanlışların bir devamı olarak, AB’nin Türkiye ile ilgili dosyasına olumsuz bir puan olarak eklenecektir. AB, Türkiye’nin neyi içten ve neyi göstermelik yaptığının kesinlikle farkındadır, o nedenle dikkatli olalım ve bari bundan böyle atılacak adımlarda hata yapmayalım demek, sanırım gene de en doğrusu olacaktır. Fakat bugüne kadar yaptığımız hatalar- şimdilerde kurulacak ve bize epey kan kaybettirecek gündemdeki bu aceleci ve hükümet destekli müze meselesi de dahil- AB’ye girmememiz için, kanımca yeterli nedenlerdir.
Dr. Özkan Eroğlu
Çok teşekkürler değerli yorumlarınız için, katkılarınız sürekli olsun lütfen, hep bekliyorum…
Özkan Hocam, bu makalenizle Peter Bürger’in “Avangard Kuramı” adlı kitabında sanat ortamına dair tartışmaya açtığı konuları yeniden düşünmemi sağladınız. Bu kitapta, tarihsel süreç içinde din ve saray otoritelerini takiben burjuvazinin kontrolüne giren sanat ve sanatçının baskı altındaki konumu ele alınmakta, “temelini sanatta bulan, yeni bir hayat pratiği” önerisiyle, bir takım kitleleri kızdırmayı göze alan ve buna bağlı olarak “provokasyon” olgusuyla beraber bazı mantık meselelerini ince bir alay ile buluşan yanlarıyla gündeme getiren “avangard” sanatın oluşumu anlatılmaktaydı.
Dini erk, soyluların erki, sermayenin erki… Sonuç değişmiyor; yaratıcı zihinler, tarih boyunca, bir şekilde hegemonya altına alınmaya çalışılıyor…
“Eleştiri” konusuna yapmış olduğunuz vurguyu da çok yerinde buluyorum. Eleştirinin olmadığı bir ortamda, gerek toplumsal gerekse bireysel alımlamanın da güdük kalacağını, buna bağlı olarak gelişmenin ciddi anlamda sekteye uğrayacağını düşünüyorum. Eleştirmeye devam edin lütfen; buna her zaman ihtiyaç var…
Gene müthiş bir yazı sayın hocam, siz ve sizin gibileri dikkate alsalar bu ülke kazanacak; bu yazınızdaki her vurgudan belli.