NationalTurk yorumcusu akademisyen Dr. Özkan Eroğlu ‘nun bu haftaki “Jean Baudrillard Filozofisi için bir giriş” adlı makalesini sizlerle paylaşıyoruz.
Geçen yüzyılın sonunda Friedrich Nietzsche (1844-1900); “Hâlâ filozof var mı?” diye sormuştu. Fakat varsa bile, “filozoflara inanmamamız gerektiğini” dile getiriyordu. 20. yüzyılda da söz konusu sorunu aynı boyutta ortaya koyanlar olmuştur. Bu bağlamda Baudrillard’ın ele aldığı sorunlar üzerinden onu irdelediğimizde, aslına bakılırsa 20. yüzyılın tüm filozofik yapısını netleştirerek hareket ettiğini anlıyoruz, yanı sıra özellikle Alman filozofisinin Nietzsche’den Husserl’ye uzanan boyutlarıyla da alttan altan yakın ilişkiye geçerek meseleye daha da ivme kazandırmak istencini onda görüyoruz. Çünkü söz konusu iki filozof arasındaki süreçte Alman filozofisi, ciddi şekilde kendinden şüpheye düşmüştür. Bu şüphenin bir zaman dilimini meşgul etmiş olması, Baudrillard’ın yegâne sorunlarından biri olmuştur.
Nietzsche, filozofinin sonsuz gerçek peşinden gitmesini bir budalalık olarak değerlendirir. Nietzsche’ye göre ne espri, ne akıl, ne düşünce, ne bilinç, ne ruh, ne de gerçek diye bir şey yoktur. Bir sanallık algısı üzerinden reddedilen bu değerler, var olmaları halinde de asla yararlı olmayan şeylerdir. Hatta Nietzsche, filozoflardaki tarih bilgisinin eksikliğine de dikkat çekmiştir. Ayrıca görelilik duygusunun da eksik olduğuna. Yanlışların, bu noktada başladığına inanmıştır. Filozofların hepsinin “kesin”i aramalarını da eleştirir. İnsanı sabitleme isteğine tamamen bürünmüş filozof, Nietzsche’ye göre, varlık’ın her zaman ona gösterilen uzamı içine yerleştirir ve orada kalmasını ister. Filozof kendi dünya görüşünden başka bir şey veremez. En nihayetinde sonuca vardırılmış bir dünya da yoktur ortada. Olsa olsa varlıkların kendi yaşamlarına göre, içinde yaşamak ve rahat etmek için kendilerine ait inşa ettirdikleri birbirinden farklı dünyalar vardır. Varlık ne olursa olsun kendine özgü bir dünya yaratmak peşinden koşmuştur.
Nietzsche’nin sorunsallaştırdığı bir konu olan, eski filozoflar mantık, çözümleme ve diyalektik düşünceye inanırdı. Fakat mantık alanında olan her şey, daha derin ve temelli bir şeye, aynı zamanda her düşüncenin de aslında bulunan yaşamsal olana dönüştürülmesi halinden de başka bir şey değildi. Bu vurgudan yola çıkıldığında filozofi, yaşamsal bir fonksiyon haline geliyor. Bu noktada da, filozoflar gerçek isteklerine yönelmiyorlar çoğun. Yaptıkları, yaşama karşı koyma eğilimi üzerinden yürümek ve yaşama kendi genel kurallarını dayatmaktan başka bir şey değildir. Nietzsche’ye göre en trajik yanlışları da bu olmuştur. Nietzsche, bir sistemi kabul etmez, çünkü o derece kendi sınırlamak istemez. Hatta aynı şeyi kendi sistemine karşı bile, başka bir filozofun mutlaka uygulaması gerektiğinin de altını çizer. Ona göre, zamanının ruhu bağlamında bir sistem oluşturmak olsa olsa bir çocukluktan başka bir şey değildir. Ve yeni filozofi kendini her türlü dogmatizmden korumalı, görüşlerin değişikliğini, perspektiflerin çokluğunu, değerlerin karşıtlığını kabul etmelidir. Filozof mutlak’ı aramayacak, artık yalınlığı tercih edecek, her değerin ve her ölçünün bir yaşam ürünü olduğunu ve yaşamın bir tek ve belirli bir şekli tanımayacağının farkına varacaktır. Bu, şu anlama gelmektedir: Yarının filozofu düşüncelerini herkese onaylatmak düşüncesinden vazgeçecek, başkalarının bu düşüncelere uyması durumunu da zor kabul edecektir.
Dünün filozofları düşüncelerini belirli bir şeye bağlıyorlardı. Her tarafın gözleyebileceği garanti bir yer bulmak istiyorlardı. Yarının filozofu nereden geldiğini ve nereye gittiğini sormadan yaşamasını bilecektir. Şunu unutmayacaktır ki, yeni değerler yaratarak her şeye bir anlam vermek ve dünyayı yorumlama görevi kendisine düşecektir. Nietzsche’nin bakışıyla yaşam, birbirini izleyen kuşaklar arasında peşine düşülen, evren ölçeğinde bir deneyimdir ki, içinden belirli ve kesin sonuçlar çıkarmak olanaksızdır. Bütün bir tarih, içinde aralıksız araştırmalar yapılan büyük bir laboratuvardır. Filozof, başkaları tarafından yapılan bu deneyimleri elden, bütün değerlerin dizgesini de gözden geçirecektir. Özellikle nesneler dünyasını çok yönlü görebilmek ve kendi yaşamından yola çıkarak, birçok yaşamları da deneyimlemek için bütün duyguları yaşayacaktır. Fakat kazanılmış olan bu deneyimlere ulaşarak, bütün olanaklarını test ettikten sonra görevi, insana ilişik deneyime yeniden başlamak ve yeni değerler yaratmak olacaktır.
Nietzsche’den sonra insan bilimlerine katkı veren Wilhelm Dillthey’e (1883-1911) bakılacak olursa, ondaki filozofik şüphe, doğrudan doğruya filozofi tarihindeki olaylar ve sistemler arasındaki uyumsuzlukların ürünüdür. Dilthey’e göre, her zaman yeniden şüphenin uyanmasına neden olan şeyler arasındaki en kuvvetlilerden birisi, şüphesiz filozofi sistemlerinin anarşisidir. Bunun sınırsız çeşitliliklerini bize gösteren tarihsel bilinçle, her filozofun herkes için inanılır bir gerçek bulduğunu iddia etmesi arasında öyle bir karşıtlık vardır ki, bu mantıklı her hangi bir itirazdan ziyade, şüphe edeni haklı çıkarır hale getirir. Hiç kimsenin sınırlarını göremiyeceği, bir kaos oluşturan bu sistemlerin sürekli yeni şekiller bağlamında alabildiğine genişlediklerini görüyoruz. Yeryüzünde filozoflar var olduğu günden beri, her dönemde, bunların inançları çarpışmış, filozoflar hep birbirlerinin karşıtı düşünceler ileri sürmüştür. Bunu sonlandıracak bir durumu da hiç kimse bize müjdeleyemiyor. Asıl büyük sorun da buradadır.
Dilthey, çeşitli filozofik sistemleri birbirleriyle karşılaştırarak, bu ya da şu filozofun özel görüşü değil, birçoğunda rastlanılan, fakat ötekilerinde görülmeyen bazı büyük motifler elde etmenin mümkün olduğuna inanır. Ona göre Alman filozofisinin belirginleşmesini sağlayan isimler Spinoza, Bruno, Herder, Goethe, Schelling, Hegel’e bakacak olursak, bu isimler her ne kadar birbirlerinden ayrı düşüncelere sahip olsalar da, hepsinin ortak noktası evren olgusuna karşı olan sempatileridir. Yanı sıra Kant, Fichte gibi isimleri irdelediğimizde ve birbirleriyle karşılaştırdığımızda da temel ortak motifin kişilik duygusu olduğunu görürüz. Birey etrafını çeviren şeylerden açıkça ayrılır, nesne karşısında kendini bulur, mücadele halinde olduğu dünya karşısında kendisine özgürlük sağlayacak yüce değeri kendinde ve özellikle de manevi yaşamında arar.
Böyle bir filozofi manzarası içinde sistemler karşılıklı mücadele ederlerken birbirlerini yok etmezler. Onlar daima beraber vardır ve var olacaklardır. Herhangi bir filozofun gerçeği bulduğuna değil, her birinin sistemi içinde bize varlığın bir görünüşünü gösterdiğini, bireyle evren arasındaki sayısız ilişki olanaklarından yalnız bir tanesini tanıtmış olabileceğini kabul edebiliriz. Simmel’e değinmeden, bu noktada J. Carl Kaiserling (1869-1942) üzerine bir şeyler söylemek de, sanırım yerinde olacaktır. Onun “Yaşamak Sanatına Dair” isimli kitabında hem Nietzsche, hem de Dilthey’e yakın durduğu görülür. Özellikle şu düşünceleri ilgi çeker; Eski Mısır filozofik yapısında, son noktasına vardığı düşünülen büyük sistemler zamanının geçtiğine ve kişisel anlayışın büyük değer kazandığına inanılır. Her rastladığım büyük adamlara, düşünceleri ne olursa olsun güçlü bir istekle ilgi gösteren bu filozof, bu konuda elinden geleni yapmış, hatta kendisine düşman bile olsa karşısındaki büyük adama saygı duymaya devam etmiştir. Ayrıca zekânın sadece kişisel karakterle değer bulduğuna inanmıştır. Kimin kime karşı haklı olduğu meselesi diye bir şeyin olmadığna ve prensip olarak bunun da ortadan kaldırılğına inanmıştır.
Bir başka Alman filozofu Georg Simmel (1858-1918), filozofların ortaya koyduklarının gerçek olup olmadığı konusunun umurunda bile olmadığını dile getirmiştir. Bütün doktrinlerin genellikle etkili bir şekilde geri çevrildiğini veya çürütüldüğünü ifade etmiştir. Bunun bir hata olduğunu ve buna rağmen evrene izini bırakan insanın yaşadığını dile getirmiştir. Çünkü söz konusu doktrinlerin üstünde, ölümsüzlüğü sağlayan bir anlam katmanın olduğunu ileri sürmüştür. Bunun için dış bir gerçeklikten değil, iç gerçeklikten hareket etmenin gerekliliğine işaret etmiştir. Peki bu görüşlerden sonra filozofinin geleceği ne olacaktır? Filozoflar geçmişte olduğu gibi, dünyayı çeşitli görünüşler etrafında hayal edecekler midir gene. Böyle bir soruya, hepsinin kendine göre bir dünyası olacaktır diye cevap verilebilir. Bazen çeşitli dünya görüşlerinin birbirlerine yaklaştığını fark edeceğiz ve o zaman da ortak görüşler belirleyebileceğiz. Sürekli eskilere katılan yeni filozoflar çıkacak, fakat bir görüşe ötekinden fazla kıymet verdiren ve onu kesin olarak belirleyen bir karara varmak, asla mümkün olmayacaktır.
Dünyayı bir birlik olarak tasarlamak, her filozofik tavrın amacıdır. Filozof, söz konusu birlik düşüncesinin ne olduğunu bize anlatmak istiyor, bize dünyayı anlatmaya çalışıyor. Filozofun bu yöndeki prensibini anlamaya çalışırsak; bunun için filozof, diğerlerini yadsıyarak, her hangi bir birleşim şeklini seçerek bir sistem inşa ediyor; oysa filozofun yadsıdığı sistemlerde bize- kendileri olmaksızın anlaşılması mümkün olmayan- bir evren birliği düşüncesi açıklanmak isteniyor. Böylece bizim için önemli nokta “kesin birlik”, önemli olsa bile kesin bir dünya yerine, her biri belirli bir sentetik düşünceye bağlı bir olma sunan birçok dünya hayali karşısında kaldığımız da bir gerçek; öyle ki bu, tek olan dünya, ortada mevcut sistemler ve birçok dünyalara parçalanmıştır çünkü. Filozofi tek adamın gerçeği olarak kalamaz. Böyle bir şekilde filozofik bir gerçek bulunamaz.
Buradan bir başka Alman filozofu Edmund Husserl’ye (1859-1938) geçtiğimizde, onun da kişisel ve insana dönük bir boyutta ısrar etmesi, değer ne olursa olsun filozofinin temel hareket noktası olan düşünme boyutunu da fazlaca ihmal etmeye neden olmuştur. Filozoflara şöyle söylenebilir diyerek şunları dile getirmiştir: Düşüncelerinizdeki derin insanî amacı seziyoruz; orada görünen yeni değerleri anlıyoruz; bize nesnelerin yeni bir boyutunu açığa çıkardınız ve size minnettarız; fakat kendinizin haklı olduğunuzu ve başkalarının haksız olduklarını ispat etmek için ileri sürdüğünüz kanıtlar bize çok yararsız görünüyor ve bizi hiç ilgilendirmiyor. Metafizik bir görüşte, yani bir şiir veya bir resim gibi ne kanıt, ne de çürütmede bulunulabilir; filozofinizde bulunan kanıtlar ona hiç bir şey katmıyor ve size esin veren gerçek faktörler üstünde bizi şaşırtıyor. Husserl’nin Fenomenolojik kuramı gerçeğin düşüncesini aramıyor, filozofa gerçeği bu şekilde düşündüren faktörü arıyor. Bu faktör ise düşüncenin gerçeğini arıyor ve sadece bu düşüncenin aslındaki verilere değer veriyor. Artık filozof falan şey var, falan şey yok demiyecektir; ne açıkça söyleyecek, ne de reddedecektir; şüphe de etmeyecektir, kendi düşüncelerini, sadece kendi düşüncesi olarak saklayacak, bir düşünce meselesi olarak, faktörleriyle beraber anlamaya çalışacaktır. “Bir şeyler düşünüyorum” diyecek, fakat “bu bir şeyler vardır” demeyecek. Çünkü biz kendi iç dünyamıza bakınca ne görüyoruz? Başı sonu belli olmayan bir ruh olayları dizisini. Husserl, filozofik düşünceyi adeta psikolojik meseleye indirgemiştir. Gerçek sandığımız şeyler, hatta şu gerçek kavramı bile sadece bir olaydan ibaret kalıyor.
Sistemlerindeki anarşi ile felsefenin bizzat filozoflara verdiği bu güvensizlik, 20. yüzyılda, pek çok düşünce insanına işlemiştir. Çağdaş filozofi düşüncesinin tarihi, adeta bu güvensizliğin tarihidir, yani “gerçek” krizinin tarihidir. Bu güvensizlik düşünce ile gerçek arasında, sadece düşüncenin özünden dolayı bir uzlaşma olanağı olmadığı düşüncesine kadar gitmiştir.
Bütünüyle bu genel görüngünün üzerine temel hatlarıyla filozofik boyutta Baudrillard ne yapmak istemiştir. Biraz da bunun üzerinde durarak kitaba yazılan bu yeni girişi daha da oylumlamak isterim. Sanata ve yazın dünyasına katkıları, kimi zaman anlaşılmazlıkla da suçlansa, hatta bazı mihraklar tarafından reddedilse de, ilgili iki alanla ilgili çok özgün sayılabilecek görüşlerin sahibi olduğu bugün bir gerçektir bence. Genel anlamda sosyoloji ve filozofi üzerinden yürüyerek, gözlem ve deneyimlerini vurgular haline getiren Baudrillard, özellikle yaşamının son zamanlarında da fotoğrafa yakın ilgi duymuş, daha doğrusu fotografi algısıyla bağıntı kurmuştur. Çektiği fotoğrafları yayınlattığını da biliyoruz. Sosyoloji ve filozofi üzerinden yürüdüğünü dile getirdiğimiz Baudrillard, bir anlamda sanat sosyolojisi ve sanat felsefesine yakın birçok yaklaşım içinde de olmuştur. Zaten bu elinizdeki kitabın da onun, özellikle düşünce ortak noktalı, sanatla olan bazı bağıntılarını daha da açılımlamak ve anlamaya çalışmak gibi bir amacı vardır.
Yukarıda temelde 19. yüzyıldan başlayıp, 20. yüzyıla sarkan Alman filozofisi üzerine olan temel ve özgün değerlendirmeleri verememin nedenine gelince, Baudrillard’ın Alman geleneğinden beslenmiş ve dahası Levebvre üzerinden Marksizm’i içsellşetirmiş olmasıdır. O nedenle kitabımızın ikinci baskısında Sinan Mansuroğlu’nun yazısının önüne böyle bir giriş metni koyup sözünü ettiğimiz konularla Baudrillard’ın ne gibi bir ilişkisi olabileceği üzerinden durmaya çalışıyorum. Yanı sıra ilerleyen bölümlerde bir de Baudrillard üzerinden Levebvre düşünerek, özellikle Marksizmle olan alt yapısını bu yolla anlamaya çalışacağız. Çünkü Marks ve Nietzsche’den çok etkilendiğini görüyoruz.
Sanatın dışında sosyoloji, göstergebilim ve özellikle modern tüketim, hatta bu bağlamda kapitalizme dair üstü kapalı ve açık eleştirileri de sıkı bir şekilde göze çarpmıştır. Çözümlemelerini özellikle biçimci ve dolayısıyla yapısalcı bir üslupta değerlendirdiği görülür. Onun sanat yazılarını algılama boyutu “gösterge” ve bu göstergelerin bugün bağıntılı olduğu kavramlardan biri olan “tüketim”dir. Bu yolla bir tür kültürel oluşumlar masaya yatırılmıştır Baudrillard tarafından. Bunu tarihsellikle bağıntılar, her tarih döneminin adeta bir zamandizin gibi akarak karşımıza geldiğini dile getirir. Aslında Baudrillard’ın önerdiği çok açıktır: O, simge ve gösterge ilişkisinden hareket etmiştir açık bir şekilde. Simgesel olan onun için “gerçek” olandır ve bu gerçek modernite ile beraber devreye girmiştir ona göre. İşte tam bu noktada sanat devreye sıkı bir şekilde girer ve adeta anlatıma aracı olan bir katalizör görevi üstlenir.
Sanatın ilk vurguları olan mağara resim ve heykelleri veya eskitaş çağı bulguları, hatta her türlü ilkel sanat anlamında Baudrillard salt bir indirgemecilikten yana durmaz, dahası bundan hoşlanmaz gibidir. Ona göre sanat sadece o dönemlerde bir ritüelden ibaret olamaz. Bu noktada henüz adını sanını duymadığımız sanatçıların, tanrıya ait dünya üzerinden bir tür taklide yöneldiği çok açıktır. Peşinen bunu kabul eder ve bu noktada “gerçek”lik üzerinden, gerçek sanat olmadığına göre sahte sanat da olmaz yargısına benzer açıklamaların da sahibi olur. Bu söylemi sadece sanatçı imzası çıkana kadardır pek tabii ki. Fakat sonuçta ne olursa olsun sanat bir benzetim yapmaktadır. Bu önceleri doğanın bir benzetimiyken, daha sonra ruhun benzetimine dönüşmüştür. Ruhların satın alınmasıyla beraber kapital dünyada mesela, sanatın da yaratıcı boyutu rafa kalkmıştır gibi bir durum kendiliğinden ortaya çıkar. Tam bu noktada sanatın komplosu konusu devreye girer Baudrillard için.
Tam bu noktada şu yazıda tartıştıklarım aklıma geliyor:
“Bugün sanat ortamlarına şöyle bir bakınız, çağdaş sanatın birçok düşmanı vardır; sanatçılar, sanat tüccarları, küratörler, eleştirmenler, koleksiyonörler, sponsorlar, spekülatörler ve sanatın artıklarıyla beslenen ne kadar sosyetik, züppe, beleşçi, sahtekâr varsa hepsi, bütün o asalak takımı, sırf sanatı aşağılık tüketimcilikten kurtarmak için kahraman kesilip, kendilerini feda etmiyorlar mı?”(1).
1996 yılında Baudrillard, çağdaş sanatın varlık nedeni kalmadığını söylüyordu. Bunu neden söylemiş olabilirdi. Çağdaş sanatın içinin boşaldığı yönünde bazı sezgileri vardı muhakkak. Haklıydıydı da bu sezgilerinde. Çağdaş sanatın, 1863’de Manet’nin iki resmine gösterilen tepkiden itibaren, söz konusu resimlerin refüze edilenler salonunda sergilenmesiyle beraber başladığını söylersek, verilen mücadelenin ve özellikle çağdaş sanatın dayandığı en temel noktalardan biri olan üslup çoğulluğu meselesinin üzerinden bugün gittikçe cıvıklaştığı dile getirilebilir. Temelde naturalist devrimle birlikte sanatın bir içsellik kazandığı ve bunu dışavurumculukla birlikte kuvvetlendirip, sanat ve karşı sanat tezlerinin çarpışmasına kadar işlerin yolunda gittikten sonra, birdenbire savrulmaya başlayan sanat, diğer taraftan içi boşalmaya başlayan ve belli olayların ve duyguların neden gösterilerek sloganlaşma eğilimlerine büründüğü gerçeğiyle karşı karşıya kalmıştır. Sanat, gerçek içsellikten slogalaşmaya doğru gittikçe de zayıflamış, karakter yitimine uğramıştır.
Baudrillard’ın sanatın varlık nedenini yitirdiği yönündeki tezi, kendisine bir çok mürit toplamış, sanki sanat ve karşı sanat mücadelesine benzer bir durumun ortaya çıktığı kabul edilir bir hale gelmiştir. Aslında düşünürün bu yöndeki iddiası, sanat ortamını allak bullak da etmiştir. Bu karmaşa, sanat ortamının kendisiyle bir yüzleşmesi olarak da değerlendirilebilir. Bu yüzleşmeden haklı dersler çıkarılmış mıdır? sorusu da kendiliğinden doğmuştur. Sanat, her şeyi sanat yapıyor iddiasındaydı Baudrillard. Hatta bunların bir ‘hiç’ olma noktasına gelip dayandığını, daha da ilerisinde, artık sanatın bir sıfırlaşma noktasına gelip dayandığını da söylemekten çekinmemişti. Bu durum, sanat ortamını provake etmekle eş anlam taşıyabilir veya taşımayabilir. Dünyada öylesine bir sanat düzeni var ki, düşünceden gayri her şeyden besleniyordu. Dahası bir yıldızlaşma kavramı yerleşmişti sanata artık. Bu durum karşısında sanat eleştirisi nasıl bir hal alacaktı; temel sorun da buradaydı. Eleştiri, eleştiri olmaktan çıkmakta, sadece sanatın tüketimci mekanizmasının bir parçası olarak hareket etmeye başlamıştı. Eleştiri, sanat ortamının bir simülakrı durumuna ulaşmıştı. Bu durum, bir tür sanat ortamı ile eleştiri arasında körlerle sağırlar birbirini ağırlar mantığını sanat dünyasına yerleştirdi.
Sanata ilgisiz olan her şey, hem de her an sanata dönüşmeye başladıysa, iç boşalmanın sinyalleri en güçlüsünden çalmaya başlamış ve giderek artmaya da devem edecek demekti. Aslında sanat tarihine dikkatle bakıldığında ilk defa sanat, sahip olduğu farklılığını kaybediyordu. Özellikle yukarıda ilk paragrafta dile getirilen, sanat ve karşı sanat çarpışmasının ardından doğan sanat akımlarından özellikle gerçeküstücülük tavrının, sanatta çok özel bir imaj dünyası sağlayan bilinçatını ciddi bir şekilde travmaya uğrattığı söylenebilir. Baudrillard’a göre sanat girdiği her ortamı bozmakta, hem de farklı yapılara ulaştırarak bozmaktaydı. Bu noktada sanat ve tüketim ilişkisi yönünde düşünüldüğünde, tüketim denen meselenin de sanatın içine kaçtığını ve çıkmaz bir şekilde yerleştiğini görebiliyoruz. Bu durum aşırı bir abartıya doğru yol almakta, içinden kurtulamaz bir hale doğru sanatı götürmektedir. Ortaya çıkan bu bomba bir zaman sonra birilerinin elinde patlayacaktır.
Sanata duyulabilecek son dönemlerdeki en büyük şüphelerden biri, sanatın, önce avargardı dışlaması, sonunu hazırlaması, daha sonra avangardlığı tekrar içine almasıdır. Bu, gerçekten lekeli bir durumu beraberinde getirmiştir. Bu lekeli durum, avangard ve starlaşma düşüncelerinin ilişkili bir şekilde gelişmesi için çok uygun bir ortam sağladı. Bu noktada sanatın eleştirel düşüncesi de ister istemez travmatik bir hal aldı. Böylesine oynak ortamda eleştiri, neyi eleştirecekti. Eleştirinin böylesine bir kararsızlığa itilmesinin temel nedeni de at oynatacak bir alan bulmak içindi. Gerçekten de bugün dünyada sanat adına at oynatılmaktadır. Bunun yansımaları Türkiye’de de gerçekleşmiş, neredeyse eleştiri yok denecek duruma gelmiştir. Bu bağlamda şişman ve şaraptan ve hicaptan yanakları kızarmış kimselerdir ortamlarda at oynatanlar; bunlar renkli bir dünyaya davetiye çıkarmaktadırlar sadece. Dünyada bugün sanat eleştirmenlerinin söyleyecek bir şeyleri olmadığına da inanan bir sanat ortamı kendini iyice göstermektedir. Bugün sanat ortamlarında eleştirinin hadım edilmesinin hemen ardından dürüstlük de geçer akçe olmaktan çıkmıştır.
Baudrillard sanattan arınmayı öneriyordu. Bu öyle bir öneriydi ki, ilkçağdan beri sanatla ilgili bilinen bir durum acayip değişime uğratılıyordu. Sanat bir arınma vesilesiyken, birden bire kirlenen su misali, sanattan kurtulmanın yollarının aranması ne garipti, öyle değil mi? Bu anlamda Baudrillard’ın simülasyon kavramı tamamlanmış bir kavram olmadan alınıp kullanıldı; bazı sanat çevreleri tarafından. Simülasyon kendi içinde bir hiçti ve sadece tek bir şeyi izah ediyordu: Her şeyin, her şeyin kopyalarından ibaret olduğu anlamını… Simülasyonun ortaya koyduğu bu gerçek, spekülatifleşmenin sanata zarar verme aşamasından çıkıp, artık toplumlara zarar verme noktasına geldiğine işaret etmek, dahası ciddi bir yalanın varlığına dikkat çekmekti. Kısaca sanat, sanat dışı amaçlara alet ediliyordu; işte tehlike buradaydı. Baudrillard, bu yöndeki açıklamalarıyla ortada tam bir komplonun olduğuna ısrarla dikkat çekmiştir.
Bir başka yönden Baudrillard’a göre kapitalizmin sanat yapıtlarının reprodüksiyon olanaklarını müthiş derecede çoğaltımına dair Walter Benjamin’e bağlanabilecek bir durumu da söz konusudur. Bu sanatı güvence altına alacaktır ona göre. Çünkü gerçek olana dil uzatmak konusu geri duracaktır böylelikle. Aslında bence Marksizmi kapitalizmle yan yana getirerek, hatta ona benzeterek bazı açıklamalarını yapan Baudrillard, bu yolla Marksist kuramların Bauhaus gibi işleve önem veren sanat düsturlarının-meta tasarlamanın iç içe geçerek hem sanat hem de Marksizm bundan zarar görmüştür. Bu noktada sanırım, meta ile işlevsel olanın ayrıdına dair bir şeyleri dile getirmeye çalışır. Ona göre logo ve marka gibi şeylerin egemenliği tekelci kapitalizme iyi bir örnektir ve estetik ile metanın birbirine karışmasını sağlamıştır.
Peki şu soru sorulabilir tam bu anda estetik ile meta birbirine karışırsa ne olur? Aralarında düşünüldüğü zaman garip bir ilişki olmalıdır diye düşünmeye başladığınız anda, bu iki tanımın karıştığını ifade ettiğinizi hatırlamanız bir anda dünyanın başınıza yıkılması için yeterli bir neden oluverir. O zaman bu noktada önce arıtma yapmanız gerekecektir öyleyse. Bu arıtma sırasında kayıplarınız arasında birçok değerli şey de yitebilir. Yani kısaca iş çığrından çıkmıştır artık. Dizginlenemez bir hale gelen toplumlar vardır karşımızda ve tabii ki onların sanatları. Hiç bir şey bundan sonra samimi olamayacak, daha doğrusu bir daha eskisi haline gelemeyecektir. Bunun için tek bir şey vardır; o da tantının ve dolayısıyla doğanın meseleyi ele geçirip, buna bir çare üretmeye gayret etmesi.
Metalaşma, bir baştan çıkarmaya da neden olur Baudrillard’ya göre. Her şey birer temsilden ibarettir artık. Kimlik üretime göre değil tüketime göre belirginlik kazanır. Bir başka deyişle gerçek kendi imgesini yok etmiştir. Şimdi tam bu noktada Baudrillard, dünyanın çelişkili bir hale ulaştığını, bu noktada ortaya çıkan “gerçek”inse sanattaki hiperrealizmi anımsattığı konusunda durarak, adeta bu tanımı sanattan meseleye dair olmak üzere transfer eder. Böylece sanatla felsefeyi bir kez daha yan yana getirerek, daha da doğru bir söyleyişle sanat felsefesinin de bundan sonraki algısını değiştirir. Bu noktadan itibaren sanat eleştiri yapamaz hale gelir; tıpkı sanat eleştirisi ve kuram gibi. Toplumlarda artık beliren sorunlar da değişir Baudrillard’a göre; virüs, canlıları kopyalama meseleri tüm hızıyla ele alınır, böylece ortaya bir dışlanma, doygunluk ve oburluk sorunları çıkar ki, bugün gerçekten çevremizde bu dile getirilenleri neredeyse birebir görmekteyiz. Peki bütün bunları ne körükler? Neler olacak; değişik mantık şekilleri, ölümcül stratejiler, aşırı olaylar ve bunların düğüme neden olan halleri vb. hepsi yeni değerler, fakat yıpratan ve zarar veren değerler olarak dikkati çekerler.
Sanatta da benzeri gelişmeler kaydedilir. Baudrillard bu gelişmeleri iki şekilde okumuştur: Biri, aşırı nesnelere, ikincisi de bir şeyin benzerini çoğaltmaya dayanan hareketlerdir. Bu iki eleştirilecek argüman klasik sanatı bitiren temel etkenlerdendir. Hep söylerim bu noktada sanat birincisi modayla birleşmiştir, ikincisi sonsuz sayıda bölünmeye uğramış ve doğal olarak çoğalmıştır. Bu durum Susan Sontag üzerinden bir yaklaşımla adeta bir metastaza benzetilebilir. Böylece sanatın simgesel işlevi sona ermiştir ve yanılsama olasılığı da ortadan kalkmıştır. Baudrillard’ın üstünde durduğu bir başka önemli konu ise, dikkat çekmeye gayret ettiği tuhaflığın bulunduğu kökten bir belirsizlik ve karmaşadır. Bugün kendi ülkemiz ve dünyaya hakim olan aynen böyle bir durumdur. Egemen ideolojiler, bunu, böyle istemektedir. Fakat belirsizlğe ve karmaşaya neden olanla, neden olunan durumu söz konusu ise, buradan ortaya mutlak çıkan olumsuzluklardan her iki nedensellik mihrakının da çok yaralanacağı neredeyse kesin gibidir. Kanımca unutulan da budur. Baudrillard’ın kuramındaki önemli bir değişime de dikkat çekilmektedir bugün sıkça: “değişimin olanaksızlığı”. Sanallık geçerlik kazandıkça zaman ve mekân tersine çevrilebilmelidir; varlık sabit kılınarak. Hatta bu bağlamda boya resminin, değişimin olanaksızlığına iyi bir örnek teşkil ettiğini dile getirir. Bakınız bu aklıma benim de fark ettiğim ve “A Noktası Giotto, B Noktası Duchamp, C Noktası:?” başlıklı görüşümün(2) bir benzerini ortaya koyar. Ben, bu görüşümde özellikle Duchamp sonrasında bir yerlerde yer alacak C noktasındaki bir sanat anlayışının veya algısının mutlak surette Giotto’nun iliştiği tarza yakın duracağını söylüyordum. Böylece bunun bir boya resim olacağını ileri sürüyordum. Burada Baudrillard’la yaşadığım örtüşme kanımca önemli.
Baudrillard’ın özellikle 90’lı yıllarda benzetim ve taklit tanımlarının yerine yanılsama ve gerçeği görme tanımlarını koyması, dahası böyle bir dönüşe uğraması hayli ilginçtir. Benzettiğinin üzerinden bir yanılsamaya, taklit edilen üzerinden de bir gerçeği görmeye vardığını fark ediyoruz. Bu değişimler, bir düşünür için köktenlik içermektedir. Özeleştiri mekanizmasının sıkı bir şekilde çalıştığını gösterir. Salt insan, hele bir eleştirel ve sosyolog tabanlı bir düşünür için özeleştiri ne büyük bir erdemdir ve bu erdemi kullanmak da ne büyük değer.
Notlar
(1) Jean Baudrillard, Sanatın Komplosu, İstanbul, İletişim Yayınları, 2010, s.16
(2) Özkan Eroğlu, A Noktası Giotto, B Noktası Duchamp, C Noktası:?, İstanbul Nelli Sanat Evi Yayını, 2005.
Dr. Özkan EROĞLU