Futbol bize ait yöresel bir oyun değildir
NationalTurk yorumcusu Müslüm Gülhan’ın bu haftaki “Futbol bize ait yöresel bir oyun değildir” başlıklı yazısı;
Bize ait reflekslerden biri: Her mağlubiyetten sonra halının altına süpürülen sorunlar, gene çözülmemek üzere halının üstüne çıkartılır. Aynı disiplin içinde Ukrayna yenilgisiyle birlikte birtakım tartışmalar da gündeme geldi.
Ama ilginç olan, sosyal medyada da ve diğer medya organlarında öyle bir tartışma vardı ki; sanki Galaxy’de futbol sadece bizde oynanıyor ve kimse de bizi bağlamıyor. Haliyle futbol da bizim yöresel oyunumuzmuş ve sorunumuzmuş gibi yazılıp çizildi.
Futbol küresel bir oyundur. Evrensel kuralları ile etik değerleri vardır ve herkesi bağlar.
Yapılan tartışmaların bağlayıcı bir yanı olması için sorunun bu çerçevede ele alınması gerekiyor.
Özellikle yabancı oyuncu tartışması bunların başında geliyor.
Tabii buradaki sorunun başlangıcı bu kuralı çıkartılırken neyi amaçlayarak çıkartıldığına dair hiç bir tartışma sürecinin yapılmaması ve kısa, orta ve uzun vadedeki beklentileri açıklayacak bir strateji planına sahip olunmamasıydı.
TFF Başkanının Beşiktaş Kulüp Başkanı olduğu dönemde “gerekirse altyapıyı kapatırız” diyerek, sürece kurumsal değil kişisel olarak nasıl baktığı aslında her şeyi açıklamaktaydı.
Yani, sürecin çıkış noktası: mevcut ‘rant’ sistemini kuvvetlendirerek, kurgulanmış olan futbol mekanizmasının araçsallaştırarak belirli bir azınlığın himayesinde kalamasını sağlamaktı.
Kişisel beklenti budur.
Bunu bir kenara koyalım.
Eğer başkanlar, teknik direktörler bu sistemi menajerler üzerinden sağlıksız (!) olarak sürdürülmesine ses çıkartmıyorsa ‘alan memnun satan memnun’sa… Bu bir sorundur ve üstünde durulması gereken bir sorundur. Çünkü çözümü bunun bertarafı üzerinden yapılandırmak zorundayız.
Burada tartışılması gereken iki önemli konu var:
Birincisi: Yabancı sayısının miktarından çok, planlanan bir program içinde hangi kalifiyede ve Türk futboluna ve takımlara nasıl bir katkı yapacak maliyette yabancı oyuncuya ihtiyaç duyulduğudur.
Türkiye’deki futbol maliyeti çok yüksektir ki bilinçli bir yüksek maliyet planlanması isteniyor!
Kulüplerin dernek statüsünde olması ve başkan ile yöneticilerin yetkilerinin olup hiç bir sorumluluklarının olmaması kulüpleri borç batağı içine saplamıştır ki bu da bilinçli bir planlamadır!
Bu plan artık o kadar ciddi tehlikeli boyuta ulaştı ki, arz-talep dengesi cari açığı tetikleyecek boyutta negatif bir şekilde ilerliyor.
Türkiye’de bu kadar büyük maliyetlere rağmen, bu yapı içerisinde, hiç bir takımın Şampiyonlar Liginde çeyrek final veya yarı final oynayacak seviyeye gelmesi mümkün görünmüyor.
Kulüplerin en önemli marka olma stratejisi, ancak uluslararası alanda başarı odaklı tanınırlıkla mümkün olur. Bu aynı zamanda finansal bir hedeftir. Ama, bu plansızılık ve arabesk maliyet yapısı bunun önündeki en büyük engeldir. Çünkü yapısal anlamda yönetim sorunu vardır.
Yapılacak yabancı transferlerin çıkış noktası, bu başarı odaklı markalaşma sürecini hedef alacak planlamaya uygun yapıda olmak zorundadır.
Hagi ve Alex gibi kalitede oyuncuların Türkiye’ye gelmesi gerekiyor.
Yabancı transferlerinin hem uluslararası markalaşma sürecine ve bu başarıyı sağlayacak donanımlara sahip olmaları, hem de yanında oynayan Türkiyeli futbolcuların gelişimine katkı sağlamalarıdır.
Bu katkı sadece sahada yeteneklerini bir disiplin içinde kullanmakla ilgili değil, saha dışında da nasıl bir profesyonel insan olma kültürünü benimsemelerine katkı sağlamak içindir.
Bu beklentiler içinde ve maliyet planlaması üzerinde yabancı sayısı belirlenmelidir.
İkinci en önemli konu: Bu markalaşmanın asıl kaynağını oluşturacak altyapı planlamasıdır.
Hırvatistan galibiyeti sadece bir sonuçtur. Hiç bir sorunun çözümüne katkı yapacak bir hedef değildir.
Bu konuda hem fikir olmak gerekir.
Bugünkü koşullarda altyapılardan yıldız adayı futbolcular çıkarmak mümkün görünmüyor Buna Altınordu da dahildir. Çok fazla örnekleştirildiği için söylüyorum.
Öncelikle altyapılara verilen bütçeler bunun önünde en büyük engeldir. Almanya’da yıllık bütçenin %15’ini altyapıya verme zorunluluğu ve federasyon tarafından yapılan bu paranın nasıl harcandığına dair inceleme bunun için iyi bir kıyaslamadır.
Bu birinci sorun.
Diğer sorun: Altyapılarda uygulanması gereken, TFF Eğitim Dairesi tarafından belirlenmiş olan kurumsal bir müfredat programı mevcut değildir. Zaten bu sorun neden ‘ekol’ olarak kendimizi sahada ifade edemememizin de asıl kaynağıdır.
Daha sonra altyapılarda çalışacak antrenörlerin belgeleri ile performans antrenörlerin belgelerinin ayrılması gerekiyor. Altyapı ayrı bir formatta antrenöre ihtiyaç duyar. Bunun çoğunluğunu BESYO Futbol İhtisas mezunu öğrenciler ile karşılanması planlanmalıdır. Çünkü Pedagojik Formasyon alma zorunluluğu altyapılarda önce insan yetiştirildiği gerçeğinden kaynaklanıyor. Bu sporculara aynı zamanda iyi bir rol modeli lazımdır!
Antrenör donanımı ve kalifiyesi her şeyin üstündedir. Eski ‘Abi’ formatlı tespihli antrenörleri altyapıdan uzak tutmak gerekir. Bunlar, bırakın futbolu, hayata hazırlamak için bile tehlikedir.
Diğer husus: Altyapıdaki antrenman çalışma saatlerinin ve tesislerin azlığıdır. Bugünkü koşullarda, bu zaman dilimi içinde hiç bir müfredatı uygulamak mümkün değildir. Hele hele tek saha ile asla… Ve bu MEB’in müfredat eğitim saatleri ve koşullarında asla… Bu konu ciddi şekilde tartışılmaya açılıp sonuçlandırılmak zorundadır.
Gelelim can alıcı noktaya?
Bu kadar skor odaklı bir futbol ortamında ve başarıyı sadece galibiyete ve gole bağlayan kulüplerde çalışan hangi teknik direktör ki bunların çoğu Türk, çıkıpta altyapıdan gelen yetenekli ve zamana ihtiyacı olan bir futbolcuyu cesaret edip oynatır.
Hiç biri…
Hiç biri zaten oynatmıyor.
Şenol Güneş mi, Aykut Kocaman mı, Ersun Yanal mı…?
Güldürmeyin…
Hepsinin derdi daha fazla para ve skor (!) elde etmek.
Futbolu yeniden tanımlayarak geleceği aramalıyız. Aksi taktirde geleceği yakalamamız hayal olur.
Müslüm Gülhan / NationalTurk