Çoğalan Öğretim Üyeleri ve Eğitime Dair

ozkan eroglu altsayfa

Sanat eleştirmeni ve tarihçisi Özkan Eroğlu ‘nun bu haftaki “Çoğalan Öğretim Üyeleri ve Eğitime Dair” adlı makalesini sizlerle paylaşıyoruz.

Uzun süredir düşündüğüm ve endişe duyduğum bir konu üzerine yazmak istiyorum bu hafta. Aslında konu Güzel sanatlar eğitimini de ilgilendirdiği için bunu yapmak istiyorum. Ülkemizde nereye dönsem, hangi TV kanalını açsam, ya da hangi süreli yayını karıştırsam öğretim üyesine; yani doçent ve profesöre çarpıyorum. Bu nedenle bu yığının içinde olmama kararı almak üzereyken bu konuyu köşeme taşımak istedim. Ben bu yazımın kaba halini kaleme aldığım gün Habertürk’te bir yazı yayımlandı: “Profesörler bilim adamı değildir”. Yazıyı yazan da bir profesör (1). Ben işin bu tarafını tartışmaktan ziyade, salt öğretim üyesi kadrolarının nasıl kazanıldığına dair şüphelerim üzerine bir şeyler söylemek istiyorum.

***

Hemen soruyorum: Ne oldu, kriterler bu kadar kolaylaştı mı da, bu kadar öğretim üyesi doğuruyoruz? Aşırma yazıların, taklit sanat yapıtlarının artarak devam ettiği bir toplumda bu, nasıl da bu kadar kolay oluyor. Bir de tiplere bakıyorum; hep birbirinin benzeri, sanki aynı tornadan çıkmış gibi. Bir iki doğru düzgün kitabı, yaratıcı hiç bir makalesi olmayan insanlar öğretim üyesi oluvermişler (Ellerinde varsa yoksa Y. Lisans ve Doktora tezleri; onlar da tabii iyi çalışılmışsa). Mantar gibi türeyen özel-vakıf üniversiteleri; adeta bir ticarethane gibi çalışıyor, hatta birbirleriyle yarışlarına tüm hızları ve ihtiraslarıyla devam ediyor.

***
Yaklaşık on yılı aşkın zamanımı üniversitede hocalığa vermiş biri olarak bu konuda tabidir ki çokça gözlemim var. Bu gözlemlerime göre 1980 darbesinden sonra hani deneyimlilerin “bir gecede doçent, profesör yaptılar birçok insanı” iddiası, bugün için bir iddia olmaktan çıkmış artık tam bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır; öncelikle bunu belirtmeliyim. Bugün yaşları 60 ve üstü olan birçok yabancı dili yeterli olmayan, bilimsellik ya da sanatsallıkla yakın ilgisi bile olmayan insanlar o günlerde maalesef öğretim üyesi yapıldı, hem de bir çırpıda (Şimdi bunlar ya emekliliğin keyfini sürüyor; ya da özel vakıf üniversitelerinde istenilen ve olması zorunlu öğretim üyesi kadrolarını işgal ediyor).

***
1980 sonrasında bilindiği üzere demokrat bir oluşum olmayan YÖK kuruldu ve verdiği metazori direktiflerle hemen, o günlerde istenen sayıda öğretim üyesi yaratılmasını sağladı ve böylece günü kötü kurtardı. Bugünlerde de sanki buna benzer bir durum söz konusu: 50 yaş üstü insanların hem de hızla çoğalarak, kaynağının neresi olduğunu tam kestiremediğim, fakat şüpheli bir durum olarak değerlendirdiğim birçok insanın öğretim üyesi olarak karşıma çıktığını görüyorum.

***
Şüphelerim şöyle oluşuyor: Öğretim üyesi olmak için iki aşama var; birincisi yabancı dil, diğer ikinci ise bir bilim sınavından geçmeyi şart koşuyor. Yabancı dil aşamasında iki sınav var; bunlardan ÜDS ismiyle bilineni YÖK’e göre 80 soruluk bir sınavdan 65 ve üstü bir puan almayı şart koşuyor; bir kere bu sınavı aldınız mı, sonsuz bir hakla bunu elde ediyorsunuz, diğeri ise KPDS denilen sınav; bundan da 65 ve üstü almak öğretim üyesi dil aşamasını geçmeye yetiyor. İşin tuhaf tarafı her iki sınavın da yabancı dil bilgisini test etmekle yakından uzaktan hiç bir ilgisi yok, sadece dil eğitiminin zayıf olduğu ülkemizde gerçekten istekli insanları sindirmek için ayarlanmış, nitelikli insanların da bir kısımını yok etmeye endeksli sınavlar bunlar.

***
KPDS, ÜDS’den daha zor bir sınav. Üstelik her iki sınavda da alınan minimum puanı bazı üniversite yönetimleri kabul etmeyip, daha yükseğini bile talep edebiliyor. Yani sözde YÖK’e bağlı olduğu zannedilen üniversiteler kendi iç denetimleriyle YÖK’e karşı durarak, özerkliklerini ilan etmiş durumdalar. Bu durumda YÖK’ün sadece adının kaldığı da bir gerçeğe dönmüş oluyor; tabi bilmem YÖK’ün bundan haberi var mı? Yani saygınlığının kimi üniversitelerce tanınmadığını biliyor mu?

***
Şimdi etraftaki gelişmeleri görünce şüphelerim şu yönde müthiş artıyor: KPSS ve Üniversite giriş sınavlarında bu kadar üç kağıdın döndüğü bir ülkede, dil eğitiminin seviyesinin yerlerde süründüğü yine ülkemizde ÜDS veya KPDS gibi sınavlarda da oyunlar döndürülüyor olabilir mi? Çünkü dil barajını geçen bir öğretim üyesi adayı, bilim ya da sanat jürisini nasıl olsa bir şekilde geçiyor. Bunun böyle olduğu, ülkemizde örneklerle sabittir. Zaten ancak bu şekilde öğretim üyesi sayısındaki bu endişe verici anormal artış kabul edilebilir gözüküyor. Tutarlı ve ciddi bir kontrol mekanizması olsa, bunun böyle olması mümkün bile olamaz. Çünkü bazı perifer üniversite bölümleri halen bir iki yardımcı doçentle (yardımcı doçentlerin sınavı her üniversitenin kendi bünyesinde gerçekleştiğinden bu ünvanı zaten almamak neredeyse imkansız. O nedenle ben yardımcı doçentliği bir öğretim üyesi ünvanı bile kabul etmiyorum. Şimdi bazı üniversiteler dil sınavı bağlamında yardımcı doçentler için de ÜDS’yi ölçü kabul ediyorlar, fakat iş işten çoktan geçmiş durumda.) falan yönetilirken, merkez üniversitelerdeki öğretim üyesi sayısındaki bu anormal artış şüphe uyandırmayacak gibi değil. Üstelik bilim(2) ve sanat kalitesi ülkede bu kadar yerlerdeyken…

***
Ülkemdeki bütün bu gelişmeler, Güzel sanatlar eğitimi veren Güzel Sanatlar Fakülteleri ile Eğitim Fakülteleri’ni de yakından ilgilendiriyor. Çalıştığım iki kurumdan örnekler vererek yazımı sonlandıracağım:

Altı yıl bir devlet üniversitesinin eğitim fakültesinde çalıştım. 1990-96 yılları arasına denk gelen bir zamanda okul bünyesinde yardımcı doçent olan ve bilim ve sanat tarafları zayıf olan kimseler, fakültenin yürümesi adına yardımcı doçent yapıldıktan sonra tamamen yatıp kendilerini geliştirmezler, doçent olabilme adına o zaman sadece Ankara’da yapılan dil sınavına gidip gelir ve hep de başarısız puanlar alırlardı. Bunların çoğu zaten o sınavı hiç bir zaman kazanamadılar. Sistem yanlış, kişiler de sisteme uyup, bezince, 90’lı yıllarda öğretim üyesi olma normal seyrinde, hatta istenilenin altında bile kalmıştı.

***
2000’li yıllarda da bu kez özel vakıf üniversitelerinden birinin güzel sanatlar fakültesinde iki yıl çalıştım. Bulunduğum sırada üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü’ne bağlı Sanat Bilimi üzerine bir Yüksek Lisans proğramı açılmış, konuyla ilgili tek bir kitabı bile bulunmayan emekli bir profesörün bölüme başkanlık ettiğine tanık oldum. Derslerine bile doğru dürüst girmeyen, girdiğinde de hiç keyif veremeyen bu öğretim üyesi düşününüz ki çok önemli bir alan olan Sanat Bilimi (Kunstwissenschaft) bölümünü okulu para kazansın amacıyla kurmuş, fakat konuyu hiç de ciddiye almamıştı. Şimdilerde 14.000TL’den 20.000-22.000 TL’ye çıkartılan öğretim ücretiyle bu bölüm halen revaçtaymış. Çünkü normal Yüksek Lisans alımlarında uygulanan ALES engeli burada kaldırıldığından ve uydurma bir mülakat yapıldığından ötürü, doğal olarak kolaycı insanımıza cazip gelmekte, işin kalitesine bakmadan da sadece diploma alma mantığıyla hareket edilmektedir. Oysa ciddi kurumların örnek olma, gerçek öğretim üyelerinin de topluma, dolayısıyla bireylere uyarıcı davranma sorumlulukları vardır.

***
Bunları neden anlattım: Eleştirdiğim bu öğretim üyesi artışı olayının temel nedeni, ciddi olmamak ve tutarsızlığın artmasıdır bence. Üniversitelerdeki en kötü durum da, birbirlerini tanıyan ve müthiş politik ilişkiler (iğrençlikler) içinde kişilerin, bilim jürilerinin hemen hepsinde birbirlerini sınav etmeleridir (Çünkü her alanın insanları dön dolaş aynı kişilerden oluşur). Bu olumsuzluklar biter mi, bence bitmez, çünkü bitirilmesi bu düzeni yürüten etik yoksunu ve yoksulu insanların işine gelmez. Fakat bir gün düzlüğe çıkmak isteniliyorsa, her konuda olduğu gibi bu konuda da dürüst ve ilkeli olmak gerekecektir. Yoksa arada kuşaklar harcanmakta, gerçek öğretim üyesi ve bilim insanları yitip gidecektir; bu da yitip gidenlerden çok toplumun bir kaybı olacaktır.

(1) Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta, Profesörler bilim adamı değildir, Habertürk, 17 Ağustos 2011.

(2) A.e., “…Bir üniversitede çalışmak, bilim öğretmek, hatta bilimsel yöntemleri kullanarak araştırmalar yapmak da bilim adamı olmak için yeterli değildir. Gerçek bir bilim adamı olabilmek için ille de ‘bilim üretmek’ gerekir…” “…Hiçbir akademik unvanı olmayan bir kişi ise pek âlâ bilim adamı olabilir…” “… Mesela ben emekli bir profesörüm; tıp fakültesi göğüs hastalıkları bölümünde 30 seneye yakın bir süre çeşitli unvanlarla öğretim üyeliği yaptım, hasta baktım. Benden medyada zaman zaman bilim adamı olarak söz edilse de işte açıkça söylüyorum: ‘Ben bir bilim adamı değilim’…” “… Bizim tıp fakültelerindeki profesörlerin, doçentlerin neredeyse hiçbiri de bilim adamı değildir; bunlar da tıpkı benim gibi tıbbın belli bir alanında bilgi ve tecrübeye sahip olan, bu birikimlerini başkalarına öğreten ve hastalar üzerinde uygulayan kişilerdir. Bu kişilerin bilimsel yöntemleri kullanarak araştırmalar yapıyor olmaları da bunların bilim adamı olduğunu göstermez…” “…Doçentlik, profesörlük akademik unvanlardır. Bunun için önce bir tıp fakültesinde bir bilim dalında asistan olmak, belirli bir süre çalışıp uzman unvanını almak ve daha sonra da belirli ‘prosedürleri’ yani işlemleri yerine getirmek gerekir. Bunlar tamamlanınca yardımcı doçent, doçent ve profesör olunur. Bunlar atla-deve değildir; bir yolunu bulup üniversiteye girmiş olan hemen herkesin başarabileceği şeylerdir…” “…Profesör mutlaka konusunu en iyi bilen veya tıbbi bir girişimi, bir ameliyatı en iyi yapan değil, belirli prosedürleri yerine getirmiş olan bir kişidir. Profesörlük kısaca bir prosedür yerine getirme işidir; çok da başka bir şey değildir…” “…İyi öğretim üyesi olmak için öğrenme ve öğretme konusunda bilgi, kabiliyet ve heves sahibi olmak ve bu işten zevk almak gerekir…” “…İyi hekimlik için de tıbbın sadece bir bilim değil aynı zamanda sanat olduğunu da kavramış olmak ve tıp ahlâkına sahip bulunmak icap eder…”

Dr. Özkan Eroğlu

avw
Exit mobile version