Çağdaş sanat ortamımızın fark edemediklerinden biri, mesela yakın zamanlara kadar dünyada modern çağdaş sanatın kronolojik bir ilerlemeye tabi olmadığı gerçeğidir.
Halen ülkemizde 1936’da New York Modern Müzesi’nin ilk yöneticisi Bahr’ın, temeli “izm”lere, dolayısıyla formlara dayanan bir sanat algısı öneriliyor ki, bu hem fuardaki genel sanat anlayışlarının Amerikan odaklı olduğunu göstermesi, hem de bizim 1930’lu yıllardaki bir kafaya takılı olduğumuzu göstermesi açısından bir eleştirel nokta olarak mutlak değerlendirilmelidir. Söz konusu formalizm daha sonra 1940’lı yılların başında bu kez Clement Greenberg tarafından genleştirilmiş, böylece Amerikan sanatının özünü oluşturacak bir mantık ortaya koymuştur. Bilindiği gibi Greenberg’in desteklediği sanat, soyut dışavurumcuydu, daha sonra 1960’lı yıllardaki Pop Art, bu soyut dışavurumculuğa bir tepki olarak ortaya çıkmıştı. İşte henüz ülkemizde, söz konusu fuarla görüyoruz ki soyut dışavurumculukla Pop Art yeni yeni hazmedilmeye, ya da geçmişi irdelemeyi pek sevmeyen ülkemiz ressam ve heykeltıraşlarınca henüz tarih olarak çok eski olmayan bazı sorunlar-ki bunların anlaşılmaktan ziyade form transferi olarak irdelendiğini düşünüyorum- yeni yeni ele alınıp, değerlendirilmektedir. Zaten bunun böyle olduğunu da doğrulayacak bir yaklaşım, Bahr’ın diyagramına ve Greenberg’in formülüne benzer disiplinleşmelere ülkemizde bir türlü gidilemememiş olmasıdır.
Greenberg şöyle dememiş miydi: “Modern çağdaş sanat, Rönesans illüzyonizminden kopuştur”. Ülkemizde böyle bir kopuşun bile tam olarak gerçekleşmediğinin bu fuarda göstergelerini rahatlıkla alabilirsiniz. Bu kopma gerçekleşmediği için resim ve heykel ülkemizde içkinleşememiş ve böylece saf ifadeye de ulaşılamamıştır. Tabi bir de fuar göstermektedir ki mualif sanat hiç ortada yok neredeyse. Ülkemizde önceki sanata-öncesi denilen zaman diliminde bir kategorileşme varsa eğer- karşı duruş ve sanat tarihinin henüz tam olarak genel sanat ortamımıza bile yayılamayan kategorici bakış açısına tepki verilemediği de fuarda gözlenebiliyor. Sanatı bir nesne gibi gören ülkemiz sanatçıları, bir sanat çalışmasının ölçütlerini yıkmak şöyle dursun, sanat tarihinin form ve içeriğe dayalı yüceltilmiş standartlarını bile dışlamaktan çok uzak görünüyorlar. Deneysel bakış açıları neredeyse hiç yok.
Dünyada sanatta 1940’lardan günümüze, her on yılda yeni bir düzen rüyası oluşturulurken, bu yönde ülkemizdeki gelişmeleri net ve tarafsız bir şekilde gözlemek gerekiyor. Gözlediğinizde sadece form transferi, özenti, tekrar, dekoratiflik, illüstratif olma, kendini hiç yenilememe vb. olumsuzluklar içine düşmenin fazlaca görüldüğü dikkat çekecektir. 80’li yıllarda dünyada sanatın kazandığı anıtsallaşma, yenilikçi ve önemli bir görünüm kazanmasının -bugün bizdeki durumun aynısı- yapay bir yönü bulunmaktaydı eleştirmenlerce. Arthur Danto, 80’lerdeki gelişmelerin yapay bir yönü olduğuna inanmıştı. Sanat pazarının 70’lerde ölmesi ve bir amaçsızlık döneminin üzerine 80’leri, tarihi yeniden çizgisine oturtmak için ele alınan kurumsal bir çabanın parçası olarak görmekteydi. Örneğin Danto’ya göre 80’lerde başı çeken ne kadar sanatçı-Schnabel (bizdeki özenticisi B. Baykam), Salle vd. varsa, bunların hepsi koleksiyonör ve sanat simsarlarına hizmet vermekteydi. Kısaca sanat dünyasında son ve kısa bir ateşkes dilimi olarak görülmüştü 80’li yıllar. Ülkemizde, Çağdaş İstanbul fuarı aracılığıyla sunumu yapılan birçok ismin, olsa olsa 80’li yılların tekrarına düşmüş bir yapaylık yansıttıklarını söylemek durumundayız. Tam bir tüketim toplumu olan Türkiye’nin sanatı metalaştırdığına dair net bir örnektir söz konusu durum. Özgünlük tamamen reddediliyor, bugünkü ülkemiz sanatında. Sanatçılar baskıcı iktidarın ve bunun suç ortağı olan medyanın bir parçası olduğunu Çağdaş İstanbul fuarı aracılığıyla iyice pekiştirmektedirler.
Ülkemiz sanatının henüz 1990’lardan günümüze dünyadaki sanat ataklarının henüz tam farkında olmadan, 1940-1980 arasındaki gelişemeleri derinleştiremeden ve içselleştiremeden peşine düştüğü tam bir gerçektir. Özellikle son 30 yılın sanatı için, filozofik zihinlerin gündeme taşıyacağı önerilere ihtiyaç olacaktır ki, öncesini henüz iyi tartamamış ve konumlandıramamış ülkemizde, bir de geçmişin sistematik bir sanat tarihinden uzak olduğu düşünülürse, ülkemizde sanat daha uzunca bir süre meta olarak algılanmaya, meta olan sanatın da içi boş kalmaya devam edecek, nicelik tamam, fakat nitelik bir türlü düzlüğe çıkamayacaktır.
Priv.- Doz. Dr. Özkan Eroğlu
Habilitation in Philosophie der Kunst