Tutukluluk döneminde büyük şair Nazım Hikmet Ran’ın teşvikiyle resme başlamış, 95 yaşında olmasına rağmen elinden fırçasını hiç bırakmamış bir sanatçı İbrahim Balaban…
Sanat yazarı Meral Bostancı’nın İbrahim Balaban ve oğlu Hasan Nazım Balaban’ın resim çalışmalarına dair kaleme aldığı yazısı;
Biçimsel bir hitabet, bir söylem, bir diskur niteliğinde olan İbrahim Balaban (1921) ve yine, çok küçük yaşlarından bu yana babasının izinde resim yapan oğul Hasan Nazım Balaban’ın (1955) yapıtları, tarımsal üretimle ilgili temsili unsurlarla birlikte, kırsal toplumun insanları arasındaki ilişkilerle belirlenen birtakım siyasal yapı kodlarını içerirler. Konu maddesi (tema) ve tasarımsal yapısıyla düz mantığı şaşırtan bu yaklaşım, kendi plastik anlatımını, kırsal kesim Anadolu insanının hayat mücadelesinde bulmakta, kırsal olguları belli bir sınıf mücadelesine indirgemek yerine, bu mücadeleyi, toplumsal paylaşımın anlam katmanlarına yükseltmektedir.

Toprak ve toprağı işleyen insan imgesiyle masalsı bir kâinat tasarımı ortaya koyar Balabanlar. Bu temel iki öğeyi “ritmik, ahenkli ve devimsel varlık göstergeleri” biçiminde kompoze ederler. Nereden bakılırsa, Balabanların çizgileri (üslup) gerçekte var olup olmadığı pek de belli olmayan bir döngünün sıradan temsili gerçekliğini tepe taklak eder. Objektif realiteyi başkalaştırma problematiği adeta dizgesel bir tarza dönüşmüştür bu yapıtlarda. Balabanların tarım işçileri, kır ve çoban hayatını betimleyen pastoral yapıtlarında, hayatın ironik noktaları, tarım kültürünün trajik dinamikleri, bir yaklaşımla, inşacı (constructivist) resim geleneklerine de kur yapan bir coşku içinde yorumlanır.
Doksan beş yaşında olmasına rağmen çalışmalarına aralıksız devam eden İbrahim Balaban, resimlerinde genellikle insanın toprakla olan yaşamsal ilişkilerini ele alır. Büyük şair Nazım Hikmet Ran’ın teşvikiyle 1940’lı yıllarda başlayan Balaban resmi, 70 yıllık geçmişi ile Türk Sanatında sağlam ve onurlu bir yer edinmiş, Anadolu köy insanının jestüel hareketleriyle birlikte olağan yalınlığını günümüze dek tüm dünyaya aktarmıştır. İbrahim Balaban, 16. yy’da Flaman sanatçı Pieter Bruegel’la (1525-1569) başlayan “janr” resimlerinde (genre paintings/gündelik hayat resimleri) olduğu gibi, köy ve kırsal alan temalarını ilk kez kullanmış, sanata egemen zengin burjuva sınıfının görmeye alışık olmadığı ve hatta genellikle küçümsediği köylü/taşralı/tarım işçisi gibi figürlerin konu maddesi olarak resme dahil edildiği alt sınıf “halk” resmini, hiçbir kaygı taşımadan Türk Resim Sanatının temaşasına bırakmıştır. Ne var ki ilk dönemlerinde bu resimleri akademik salonlarda sergileyecek mekân bulmakta zorluklar yaşamış, 1950’li yıllarda özel galeriler çoğalana dek resimleri, 19. yy. Realist akımının öncülerinden Gustave Courbet’nin (1819-1877) “janr” resimlerine benzer temaları işlediği çalışmalarının Fransa’da “Salon” olarak bilinen devlet sergilerine alınmamalarıyla aynı şanssızlığı paylaşmıştır.

Balaban resminin tematik (izleksel) katmanı, tıpkı Realist akımın öncülerinden Jean-François Millet’nin (1814-1875) köylü sınıfına gönderen Başak Toplayıcılar (1857) adlı tablosunda olduğu gibi her ne kadar kırsal yaşama odaklı, figüratif tasavvurlarla naif bir bütünce oluşturuyorsa da, varlık alanı aslen tüm yaşamsal edimleri betimler. Kırsal hayatın bizzat kendisini betimlediği çalışmalarının yanı sıra; ova, dağ, tarla, gökyüzü ve deniz gibi doğasal arka plan tasvirler, ön planda kimi zaman çalışan, emekçi insanlarla; kimi zaman eğlenen, halay çekenlerle; kimi zaman hapishanede tutuklularla; kimi zaman emziren annelerle; kimi zaman ise oyun oynayan, meyve toplayan çocuk figürleriyle tamamlanır.
Ne var ki Balaban resmine figür-espas (uzam/kişi) ilişkisi açısından bakıldığında ne Realist akımın ne de her hangi başka bir akımın içine tam olarak yerleştiremiyoruz. İbrahim Balaban’ın kendi deyimiyle “Balabanizm” olgusu tam bu noktada ortaya çıkıyor. Şöyle ki realistlerden farklı olarak ve özellikle ön planda çoklu figür betimlemelerinin yapıldığı düzenlemelerde, minyatür resimlerinde olduğu gibi üst üste bindirilen katmanlar aracılığıyla sanatçının bir müsavvir (nakkaş) titizliğinde çalıştığına tanık oluruz. Öte yandan resmin daha çok arka planında ya da zemininde olmak üzere, tıpkı geleneksel minyatür tekniğinde olduğu gibi çok ince nakış ve işlemelere ve yer yer süslemelere yer verildiğini görürüz. Nasıl ki minyatür sanatçıları geleneksel tekniklerini pek bir değişikliğe uğratmadan asırlarca kullanmışlarsa, Balaban resmi de benzer geleneksel nakışları kurgusal alanda yani dönüşümün yaşandığı uzamda senelerce işlemiş, Batı sanatından etkilenmek yerine, bir anlamda, geleneksel Türk motif ve şekillerini kendi resmine nakşetmiştir.

İbrahim Balaban, resmi anlatısal ve söylemsel açıdan yapılandırmak amacı ile figür ve mekan öğelerini ustaca kurgulanmış; kompozisyonlarını, güçlü bir stilizasyon, yalınlık ve formel (biçimsel/plastique) ışık-gölge kullanımıyla desteklemiştir. Sanatçı, söz konusu üniversal yapıda mevzi (lokal) ışığın, öz’ü işaret ettiğini vurgular (“…figürlerin öz’ünde çakmaklanan ışık”). Öte yandan, Balaban’ın resminde, ön düzlemde yer alan figürler, resmin ana motifi olarak, izleyicide inşacı (konstrüktif) bir etki bırakır: Ekmeğini beden gücüyle kazandıklarını ifade etmek ve emeğe, alın terine vurgu yapmak üzere elleri, kolları, ayakları abartılarak kocaman gösterilen toprak işçileridir onlar. Onların bedenleri yorgun, acıya ve sefalete yazgılı görünüyor olabilir. Ancak yine de yüzlerine, emeğinin karşılığını güç şartlarda da olsa almış insanların o mutlu ifadesi yansır. Nitekim Balaban’ın yapıtlarında tarım işçileri, tarlada çalışan çiftçi aileleri başta olmak üzere, tüm emekçi figürleri, zorluklara dayanmasını bilen, onurlu ve sağlam duruşlu karakterlerdir. Bu bağlamda örneğin, Goethe’de ‘gençlik izleği’, Bernanos’ta ‘ölüm izleği’ ya da Sait Faik’te ‘deniz izleği’ ne kadar önemliyse, Balaban resimlerinde de ‘köy izleği’ aynı ölçekte önemli bir yer tutar.
Çalışmalarında kendi yaşam deneyimlerine, kendi tanıklıklarına ve kendi karakterine uyan betimlemelere yer verilmesi, Aristo diyalektiğine ve onun form ve fonksiyon anlayışına bir anlamda kur yapmaktadır: Söz gelimi, Aristo’ya göre; tümel ve tikel bir aradadır. İkisinin de bir gerçekliği vardır. Kavram olmadan nesne, nesne olmadan kavram olmaz. Dolayısıyla, İbrahim Balaban’ın resimsel stratejilerinde “halk” resimleriyle “tutukluluk kültürüne ait kodların” yer aldığı çalışmalarını aynı düşünceden hareketle “gerçekçi” bir yaklaşım olarak yorumlamak mümkündür. Nitekim Balaban, kimi olay ve olguları, her şeyi bilen, hepsine tanık bir anlatıcı gözüyle aktarır. Resmin izleyicisine fiziksel ve ruhsal portreler sunar. Dizgesini betimlerken verdiği iç ve dış referanslar aracılığıyla söz konusu kurmaca dünyayı anlamlandırır. Mesela; hapishane yaşamına dair bir bildirinin kodlarını, topyekûn verir izleyicisine. Resmin otoritesi, yaşanmışlıkları ile aktardıkları arasındaki realiteye tamamen hâkim olan ressamın ta kendisidir. O anlatıbilimsel (narratology) bir yaklaşımla, adeta bir anlatıcı/vakanüvis (chronicler/narrateur) gibi “ben, kendi izlenimimi aktarıyorum” demektedir.

Kant, sanatçının yaratım anında bir iş ortaya koyar iken, o andaki durumu, çektiği yaratma acısı, çabası ve yoğunlaşmasına “özgür sanat” der. Kant’ın öngörüsünden yola çıkarak, gençlik yıllarını hapishanede geçirmiş olan dönemin özgün sanatçısı İbrahim Balaban’ın demir parmaklıklar ardında ve daha da ötesi kendi deyimine göre “kaderin bir oyunu” olarak şanssız ve “adaletsiz” yaşanmışlıkları göz önünde bulundurulduğunda, “Mapushane Avlusu”, “Sorgudaki Kız”, “Falaka”, “Tutsak Aydın”, “ Zincire Vurulanlar”, “Çatışma”, “Özgürlüğe Çıkış” ve “Tutuklanan Öğrenci” çalışmalarında olduğu gibi siyasi içerikli konulara gönderme yapmaması düşünülemez.
Bu çalışmaların kimi kaynaklarda sınıfsız toplumu öngören Toplumcu Gerçekçilik (Sosyalist Realizm) ile özdeşleştirildiği görülse de Balaban’ın kırsal yaşama sosyalist devlet ideolojisiyle ve akımın öngördüğü şekilde daha optimist bir açıdan yaklaşmadığı açıktır. Toplumcu gerçekçiler eleştirmez, rejimin gerektirdiği gibi sadece Sosyalist ideolojiyi yüceltirler ve toplumu olumlarlar. Oysaki Balaban resminde ne bir olumlama, ne onama, ne de yeni bir öneri sunulmaktadır. Onun resminin uzamı bilişsel bir uzamdır. Ressamın aklıyla, zihniyle yaptığı; tamamen bilgiye dayalı bir düzeydir. Onun yapıtları ne 19. yy Toplumsal Gerçekçilik’e (Social Realism) atfedilebilir ne de Toplumcu Gerçekçilik (Socialist Realism) akımına… İbrahim Balaban resminde olduğu gibi Hasan Nazım Balaban resimleri de -toplumsal gerçekliğe vurgu yapan tematik olgular dâhil- aynı odağa yöneliktir. Onlar, gündelik Anadolu hayatının reel izdüşümlerini tuvallerine yansıtarak, günümüzün çoğulcu (plüralist) sanat ortamında kendilerine özgü bir yer edinmiştir.

İbrahim Balaban’ın Sivas 93 adlı çalışmasında olduğu gibi kimi yapıtlarının sosyal içeriği ve angajmanı, siyasi bir takım olay ya da portrelerle örüntülenmiştir. Bu çalışmalarında ressam, öznel eleştirisini yapıtları aracılığıyla dizgesel bir sistemle ortaya koyarken, resmin işlevi, eyleme yönelmiş figürler aracılığıyla toplumsal ve aktivist politikalara göndermelerde bulunur. Sanatçının, Nasreddin Hoca, Bereket Ana, Kerem ile Aslı, Kibele, Köroğlu, Yunus Emre, Nazım Hikmet, Oğuz Tansel ve Kurtuluş Savaşı gibi çalışmalarında tarihi, sosyal, siyasal ve kültürel bir takım anlatılamalara (narration), konu ve karakterlere sahip çıkarak resimlerinde yer vermesi ise Anadolu kültürüne ve kendi özüne olan bağlılığındandır. Hasan Nazım Balaban’ın ise özellikle daha esprili ve renkli bir anlatımla boyadığı “Kurşun Dökme”, “Yufka Açanlar”, “Demet Çekme”, “Bahar”, “Köy Otobüsü” ve “İşe Gidiş” adlı tablolarında aynı köy yaşantısı ressamın gözünden, kuşak farkıyla yansıtılmaktadır.
İbrahim Balaban ve oğlu Hasan Nazım Balaban’ın çalışmalarından













Balaban resmi, Nazım Hikmet’in şiirlerinde olduğu gibi sosyal bir gerçeğe bütün çıplaklığı ile vurgu yapan biçemsel bir diskurdur. Yapıtları, Anadolu ovalarındaki tarlalar, anasının eteğine yapışan çocuklar, stepler, sonu gelmez ufuklar ve eğri büğrü kafileleri ile hiç bir şekilde sosyalist bir toplum ideolojisine referans olmamış, tersine sınıf mücadelesini, aşiret ve ağalık düzenine bağlı tarım işçilerinin yeri geldiğinde sefaleti ve acılarını dışavurumcu bir abartı ve sitilizasyon anlayışı ile ortaya koyan çalışmalardır. Nasıl ki Nazım Hikmet göksel bir çaba sarf ederek bir “halk şairi” olmuş ise köylü halkın yaşamını anlatan Balabanlar da özgün birer “halk
ressamı”dır.
Meral BOSTANCI